Hayatımızın dokusunu oluşturan her anda anlam ararız. Her etkileşim, her başarı, her başarısızlık bir kişi olarak bizi nasıl geliştirir, yerle bir eder ya da hayatımızın akışını etkiler? Bir an sona erdiğinde, bu gerçekten o an olabilir mi? Bu, hayatımızın sadece bir saniyesine sığdırılması gereken bir şey midir? O bir saniyeden daha fazlasını ifade etmiyorsa gerçekten bir önemi var mıdır? Bunlar kapsam olarak romantik bir destan ama özünde samimi bir karakter draması olan Celine Song’un ilk uzun metrajlı filmi Past Lives’ın bize yönelttiği birtakım sorulardır.
Sundance’te prömiyerini yaptıktan sonra Berlinale’de ana yarışma bölümünde yer alan Past Lives, dingin bir üslupla hayatımızın gidişatında kıymetini fark edemediğimiz ufak anların zamanla en değerli, yön verici ve unutulmaz hatıralara dönüşüyor oluşunu bize hatırlatıyor.
Hayata dair yanıt alamadığımız birçok soruyu ufak ve gündelik detaylarla işleyen Song, yaşamın yol ayrımlarında verilen kararları, bu kararların önümüze sunduğu birçok ihtimalle birlikte farklılaştırdığı yollarımızı ve bizi bir araya getiren ama bazen de parçalayan soyut güçlerin dokunaklı tasvirini yansıtıyor.
Film, seçimlerimiz ve kader çizgileri arasındaki kesişim esnasında her iki çizginin de birleşmesi gerektiğini düşündüğümüz an ikisinin de ayrı kavramlar olmayıp bir ve tek olarak seyirlerine devam eden öğeler olduğunu bize anlatmaya çalışıyor. Bunun da ötesinde film, insanın hem yaşanmış hem de yaşanmamış hayatının yakalanmış bir anısını andırıyor. Hatırladığımız samimi anlar ile hayal ettiklerimiz arasındaki boşluğu dolduruyor, buna kader ve kaçırdığımız olası ihtimallerin gölgelerini de yansıtan telaşsız bir üslup ve görsel dil eşlik ediyor.
Zamanın geçici akışına kapılmış aşk ve kaderle birlikte kendimizin versiyonları ve ne olabileceğimizle ilgili sayısız olasılığın birbirine karışmış olduğu bir ağı bize tüm sadeliği ile sunuyor. Ve bununla birlikte film, mekân ve tavırlarında insan ölçeğinde hissettirdiği samimiyetle beraber alçak gönüllülüğüyle de güçlü bir duruş sergiliyor.
Nora ve Hae Sung’un geçmişte sahip olduğu bağ Güney Kore’den Kanada’ya olan bir göç hikayesiyle yarım kalsa da uzun yıllar sonra kıtalar ötesinde yeniden gün yüzüne çıkınca, Nora’nın eşi Arthur’un da varlığıyla yönetmen izleyicisine karmaşık duyguları yaşadığımız bir alan tanımlıyor.
Yaşam boyunca sonsuz sayıda tesadüf ve seçimler toplamı tarafından şekilleniyoruz. Bizler kendi yaptığımız ve başkalarının bizim için belirlediği seçimlerden ibaret olurken, bazen bilinçli ya da bilinçsizce hayatlarımızı değiştirecek kararlar verdiğimizde bir değişikliğin ancak geriye dönüp baktığımız zaman meydana geldiğini fark ediyoruz. Ve bazen kaderimiz gözümüzün önünde değişirken bu değişimi görmemize rağmen onu durdurmaya gücümüz yetemeyebiliyor.
Tanrıların insanları kırmızı bir iple ruh eşlerine zaman ve mekândan bağımsız olarak bağladığına dair Çin mitolojisine ait bir inanış mevcut. Bu inanıştaki evlilik ve ay tanrısı, birbirinin kaderinde olan insanları, sadece kendisinin gördüğü uzun kırmızı bir iple ayak bileklerinden birbirine bağlarmış. Buna benzer şekilde Korece kader anlamına gelen In-Yun inanışıyla filmini ören yönetmen, kaderin ve bahsi geçen bağlı kırmızı iplerin naif hayallerini kurduğumuz esnada yazdığı dünyayla bu ümitvar hayallere karşın karakterleri ve bizi her seferinde somut gerçekliğin soğuk yanıyla yüzleştiriyor. Bu noktada Past Lives’ın güzelliği bizi hiçbir şeyin işe yaramamasıyla birlikte hayatın umduğumuz ya da kafamızda kurguladığımız fantastik senaryolar kadar dramatik olmadığı gerçeğiyle karşılaştırıyor. Ve tüm bu ihtimaller göz önüne geldiğinde tartışmalar ve zıtlıklar yerine eşzamanlı olarak sevgi, yalnızlık ve belirsizlik duygularını uyandıran ve varoluşu anlamlandırmaya çalışan üç yetişkin insanın dinginliğiyle bizi baş başa bırakıyor.
Gerçek hayatta garip sessizlikleri düzenleyemediğimiz gibi filmde karakterler de tam olarak oldukları gibi gösteriliyor; kendilerini gergin, çekingen ve savunmasız hissediyorlar, bu da onlarla ünsiyet kurabilmeyi bir nebze de olsa kolaylaştırıyor.
Aynı zamanda bu film; sözcükler arasında soyut, karakterler arasında ise fiziksel boşluklar barındırıyor. Filmin açılış ve kapanış jeneriğinde ekranda gördüğümüz Past Lives kelimeleri arasındaki boşluk da geçmişi, yaşıyor olduğumuz anı ve karakterleri ayıran devasa fiziksel ve duygusal mesafelerin habercisi. Past Lives geçmiş, uzay ve zaman kanunları kadar değişmez, görünmez güçler tarafından dönüşümlü olarak bir araya getirilen ve sonra birbirinden uzaklaştırılan mıknatıslar gibi, karakterlerini ayrı tutarken dahi birbirine bağlıyor.
“Ülkesini, ismini, yaşamını değiştiren Nora gerçekten mutlu mu? Olmak istediği kişi bu mu? Ailesi Kore’yi hiç terk etmeseydi ona ne olurdu?” gibi sorularla aklımızı kurcalayan yönetmen, birlikte olamayacakları için birlikte yaşayabilecekleri tüm diğer hayatlarla filmini “ya şöyle olsaydı?” sorusunun üzerine kuruyor. Hatırlamanın da unutmanın bir parçası olduğunu sessizce dile getirmeye çalışan film örttüğümüz hüzünlerin perdelerinin yavaşça çekilmesi gerektiği nasihatini de izleyicisine fısıldıyor.
Song, görüntü yönetmeni Shabier Kirchner ile hikayesini bilmesek dahi ilk sahnesinden itibaren bize filmin sessiz derdini tasarladığı mizansenle birlikte sezebileceğimiz kareler sunuyor.
Yaklaşımı tamamen kurgusal olamayacak kadar doğal ayrıntılara sahip bu anlatıyı hissedebilmek, her birimizin hayatını şekillendiren anlaması zor güçler hakkında düşünebilmek için Song’un veya Nora’nın deneyimlerini paylaşmamıza gerek yok. Zira bizler kendi yaptığımız ve başkalarının bizim için belirlediği seçimlerden ibaretiz. Her tesadüfi karşılaşmanın mucizelere vesile olabileceği gibi; her ilk temasın da bir ömür boyu sürme potansiyeli vardır. Sonuçta yapabileceğimiz, umabileceğimiz tek şey yol boyunca yaptığımız seçimlerle uzlaşmak ve bu hayatta birbirimize sahip olduğumuz sürece iyi olduğumuzu bilmektir.