Ana mekânı mahkeme olan filmlerin aslında ortak paydaları idealize edilmiş, her yurttaşın hakkının korunduğu, hakkaniyetli bir adalet sisteminin varlığının sorgulanması üzerinden bir durum izlemesi yapmaktır.
En ideale yakın denilebilecek adalet sistemine sahip ülkelerde dahi suç ve adalet kavramlarının sınırları, sahip olabilecekleri anlamlar, kişi ve vaka parametrelerine bağlı olarak değişebilirliği gibi hususlar adaletin karşı karşıya kaldığı soru(n)ların çetrefillik düzeyini de hep yukarı çekmekte. Kişinin hayat hakkı ve geleceği üzerine karar verebilmenin birden çok değişken üzerinden belirlenmesi gerektiği düşünülünce, adalet sisteminin de karar verme mekanizmasının kendi içinde güncellenen bir yapı tezahür etmesi kaçınılmaz olmaktadır. Bu bahsettiklerimiz maddi anlamda hataya yer bırakmayan, vakaları olaylar ve kişiler üzerinden objektif şekilde değerlendiren bir sistemin işleyiş düzeni. Ama ya çok basit bir imza eksikliği gibi maddi hatadan kaynaklanan bir hukuk boşluğu yüzünden suçlu olduğu bilinen sanık, bu boşluğu tespit eden iş bitirici bir avukatın yardımıyla serbest kalırsa ne olur? Bu kişinin işlediği canice cinayetle hayattan çekip aldığı karısı ve bu olayın devamında araba çarpması sonucu ölen kızını kaybeden bir eşin, babanın tepkisi ne olur?
Jan Verheyen, senaryosunu yazıp yönettiği Adalet Peşinde (Het Vonnis,2013) filminde Belçika hukuk sistemindeki böylesi akıl almaz diye nitelendirilebilecek bir usul hatasının sonucunda acılı bir eşin tepkisinin hem kişisel hem de ulusal boyuttaki yansımalarını seyircilerin de algılarını ve kendi iç çatışmalarını sürekli taarruz eden bir anlatım diliyle hikâye ederek meramını anlatıyor.
Yönetmen türün klişelerinden sayabileceğimiz mağdur olan kişinin mağduriyet öncesi mutlu, başarılı, imrenilesi hayatından kısa bir kesitle başlıyor filme. Yirmi yıldır çalıştığında işinde CEO görevine terfi edilmesi düşünüldüğünü sonradan öğreneceğimiz Luc Segers, eşini ve çocuğunu kaybettikten sonra sosyal hayatla bağları yavaş yavaş kopan, tek amacının katilin en ağır şekilde cezalandırılması olan bir adama dönüşmeye başlar. Ve bu yolda tek dayanağı da adalete güvenen bir yurttaş olarak ülkesinin hukuk sistemi olur. Bahsettiğimiz maddi hatadan dolayı katil serbest bırakılınca hukuk sistemindeki bu koca boşluğu oldukça riskli bir inisiyatifle doldurmaya, yurttaşını mağdur eden sistemin uykuya yatmış tepkisizliğini tüm ulusun dikkatini çekecek bir eylemle alt üst etmeye karar verir. Zaten ilk aşamada yapılan hatadan dolayı hem iktidardaki hükümet hem de mevcut adalet sistemi olayın basına yansıması dolayısıyla zor duruma düşmüştür. Fakat adalet bakanının ‘Güçler Ayrılığı’ ilkesine tutunan savunmasızlığı ile başsavcının sistemin defolarını hemen kapatmaya çalışan duyarsız girişimleri sonucu olay geçiştirilmiştir. Amma velâkin Segers’in katili öldürüp kendini adalet sisteminin ellerine teslimi ile hem basın ve halk nezdinde olay ulusal bir boyuta taşınmıştır hem de hükümet ve adalet makamları kendi kazdıkları kuyuya düşmüşlerdir en kestirme ifadeyle.
Filmin seyirciyi asıl ilgilendirdiği nokta da bu kritik aşamanın sonrasında yaşanacak gelişmeler denilebilir. Aynı şekilde yönetmenin olayı hangi bakış açısıyla aktarmayı tercih ettiği de böylesi çetrefilli bir konuda kendisini nerde konumlandırdığını da açık edecek anahtardır. Yönetmenin hem Segers’in verdiği kararın arkasında durma mücadelesine hem karşı tarafın savunma argümanlarına hem de basındaki yansımalarına halkın görüşleri, uzmanların yorumları gibi araçlar eşliğinde yer veren bir anlatımı tercih etmesi filmin katman katman okunmasına da olanak veriyor. Hatta kimi anlarda kısa kesitli bir belge veya tezli film hüviyetine dahi dönüşebiliyor.
Yönetmen hem seyircinin de kendi iç sorgulamasını yapmasına fırsat tanıyor hem de karşıt görüşleri birbiriyle gayet dengeli ve birbirine baskın çıkmayacak biçimde çarpıştırarak merak duygusunu da güçlü tutuyor. Bunlara karşılık savcılık makamının tarafsız bir bakışa sahip ol(a)madığını da görüyoruz. Segers’in açtığı derin kuyuya düşmemek için onun lehine bir kararın çıkmamasını savunuyorlar açık seçik biçimde. Adalet sisteminin köşeye sıkıştığında nasıl kendi varlık sebebiyle çatışan bir savunma mekanizması içerisine girebildiğini de çarpıcı bir dille ortaya döküyor film.
Yönetmen Verheyen, ana karakteri Luc Segers’in adalet sistemi karşısındaki yalnızlığını ve çaresizliğini vurgulamak için alan derinliğinin iyice azaltılıp karakterin dış dünyadan soyutlandığı işlevsel bir görselliği tercih etmiş. Ayrıca olayın halk nezdindeki tepkileri ve uzmanlar tarafından farklı bakış açılarıyla yorumlanması sahnelerine yer verilerek olayın daha zengin okumalarının önünü de açmış. İzleyicilerin büyük bir kısmı belki de filmi sadece adalet sisteminin dışına taşan hukuk sağlama yöntemlerini meşrulaştırdığı üzerinden yargılayacaklardır. Amerikan sinemasının köpürte köpürte ele almayı çok sevdiği, ana karakterin ailesiyle olan çok mutlu hayatına uzunca yer vererek özdeşleşmenin de ötesinde mağduru kahramanlaştırma üzerinden anlatmayı tercih ettiği bir temayı; yönetmenin Luc Segers’in cinayet öncesi hayatını filmin başındaki kokteyl sahnesiyle kısıtlı tutması dahi bilinçli ve düzeyli bir tercih olarak değerlendirilebilir. Yönetmen özellikle kararın okunduğu sahnede net ve flu bıraktığı alan ve karakter tercihiyle dahi tarafgir bir tutum takınmadan, adalete konu olan bir olayı tüm kollarıyla ameliyat masasına yatırıp incelemeyi amaçladığını göstermiş oluyor. Film bittiğinde seyirci olarak doğru-yanlış ayrımının netsizleştiğini rahatlıkla fark edebiliyoruz. Ne mahkemenin kararına katılabiliyor ne de kararın tersinin doğru olduğunu hemen kabullenebiliyoruz.
Yönetmen, ana akım sinemanın sıkça kullana geldiği kahramanın hikâyenin önüne geçtiği anlatım tercihinin tersine olayın hukuksal boyutunun öne çıktığı daha zorlu bir anlatımı tercih ediyor. Buna karşın seyircinin ilgisini bir an olsun kaybetmemesi ise olayı zengin ve sorgulayıcı bir zeminde, finalden çok süreçle alakadar bir şekilde ele alarak sağlayabiliyor denilebilir. Başta Luc Segers’i canlandıran Koen De Bouw’un acıyı yüzünden ve bedeninden de öte ruhuna işleyen oyunu ve avukat Teugels’i canlandıran Veerle Baetens’in çekiciliğini seyirciyi fazlasıyla tedirgin eden soğuk duruşuyla bütünleştirmesi başta olmak üzere tüm oyuncular ölçülü olduğu kadar başarılı performanslar sergiliyorlar. Oyuncuların rollerini benimseyen, yüksek perdeden oynamaya çok müsait rollerini oldukça sakin bir şekilde daha etkileyici hale getiren oyunları, senaryoya ve oyunculuğa böylesi bel bağlayan filmin kalitesi bir kat daha arttıran bir unsur oluyor.
Jenerikle beraber verilen her yıl yüzlerce suçlunun (hırsızlık, cinayet, tecavüz vs.) maddi usul eksikliği yüzünden serbest bırakıldığı ve on yıldan fazladır hükümetin bu konuda yapılacak düzenlemeleri meclise sunmadığı bilgileriyle beraber seyirci olarak bir kat daha allak bullak oluyoruz.