Yeni bir haftadan merhaba. Söz Kısa Filmcilerde röportaj serimin yeni haftasında siyah beyaz sinematografisi ve aykırı ekran oranıyla bizlere farklı bir anlatı sunan kısa filmin yönetmenini ağırlıyorum. 40. İstanbul Film Festivali’nin Ulusal Kısa Film Yarışması’nda izlediklerim arasında favori yapımlar arasında yer alan bu film, Boğaz’ı mesken tutmuş sokak satıcısı Jale’nin yolunun kendisi gibi akıntıya kapılmış sürüklenen balıkçılar, cinci hocalar, belalı âşıklar ve teşhircilerle kesişmesini işleyen Akıntı.
Bu haftanın röportajında daha yakından tanıyacağımız isim, İpek Türktan Kaynak, Ali Seçkiner, Mustafa Uzunyılmaz ve Hüseyin Sevimli gibi bildiğimiz isimlerin yer aldığı Akıntı filminin yönetmen ve senaristi Arda Ekşigil.
Herkese keyifli ve ilham veren okumalar.
Film hakkında konuşmadan önce ilk olarak sizi tanıyalım. Kimdir Arda Ekşigil?
Liseyi İstanbul’da okuduktan sonra Kanada’ya taşındım, tarih alanında lisans ve yüksek lisans yaptım. Bir süre gezip tozdum, dil öğrendim, akademik kariyer yapmayı düşündüm fakat vazgeçtim. Sektörde çalışan bazı dostlarımın da cesaretlendirmesiyle sinemaya girdim fakat kendime “sinemacı” sıfatını yakıştırmam da doğru olmaz. Zannediyorum “Kimdir?” sorusu en azından bir süreliğine havada kalmak durumunda.
Filmin yazım, hazırlık, çekim ve post prodüksiyon süreci ne kadar sürede tamamlandı?
Birçok film projesi gibi birkaç yıl zihnimi kurcaladı, birkaç ay içinde kağıda döküldü, birkaç günde telaşla çekildi. Post-prodüksiyon – özellikle de kurgu süreci – oldukça uzun sürdü. Durup kalkmalarla birlikte bir yılı devirdik.
Sizi filmin hikayesini yazmaya iten ne oldu? Jale’nin hikayesi nasıl filme dönüştü?
Filmin derdi Jale’nin hikayesini anlatmaktan çok, Jale’nin de bir parçası olduğu bir dünyaya Jale karakteri üzerinden bir pencere açmaktı. Beni iten güç ise herhalde uzun yürüyüşlerdir. Filmin çekildiği Sarıyer bölgesinde oturuyor ve neredeyse her gün yürüyüş yapıyordum. Kısa bir süre sonra gözüm hava almak, sevgilisiyle tenhada buluşmak veya spor yapmak gibi geçici sebeplerle sahile çıkanlarla orayı gerçek anlamda “mesken tutanları” ayırmaya başladı. Fişek o noktada atıldı sanıyorum.
Kısa filmlerde pek rastlamadığımız şekilde üç yapımcı ve bir de ortak yapımcınız var. Bu kadar sayıda yapımcıyla çalışmanızın nedeni nedir ve size ne gibi faydalar sağladı?
Yapımcı sayısı biraz şişik görünüyor, evet. Bu biraz tesadüfen oldu. Projeyi ilk olarak Vigo Film’le gerçekleştirmeye niyetlendik. Daha sonra aramıza -hepimizin müşterek dostu olan- Öykü Canlı (Yumurta Yapım) katıldı. Ortak yapımcımız ve dostum Harun Simavi de sağ olsun maddi destek sağladı.
Çok sayıda yapımcının faydalarına gelirsek, sahiplenme derim. Projenin çıkmaza girdiği noktalarda onu sahiplenecek, hatta gerektiğinde yönetmenin bile şerrinden koruyacak nitelikli insan sayısının artması her halükarda bir artı oluyor.
Filminizin oyuncu kadrosuna da baktığımızda İpek Türktan Kaynak, Ali Seçkiner, Mustafa Uzunyılmaz ile Hüseyin Sevimli gibi uzun ve kısa metrajlardan tanıdığımız isimleri görüyoruz. Bu tarz isimlerle çalışmak sizin için nasıl bir deneyim oldu?
Saydığınız her isim, canlandırdıkları karakterlere tasavvur ettiğimin ötesinde dokunuşlar yaptı. Bilindiği gibi işin zor tarafı, yönetmenin oyuncudan beklentisiyle oyuncunun yorumu arasındaki potansiyel uyuşmazlık oluyor. İdeal olan oyuncu ve yönetmenin birbirlerinin ayağına basmadan ortak bir “yaklaşım”da buluşmaları olsa da pratikte bunu gerçekleştirmek kolay olmayabiliyor. Bu filmde oyunculardan beklediklerimle onların “kendiliklerinden” kattıkları genel olarak örtüştü, yer yer beklentimin de ötesine geçti.
Boğaz’ı mesken tutmuş sokak satıcısı Jale’nin yolunun kendisi gibi akıntıya kapılmış sürüklenen balıkçılar, cinci hocalar, belalı âşıklar ve teşhircilerle kesişmesini izliyoruz filmde. Her biri özel bir öneme sahip bu karakterlerin olduğu evrenin yaratım süreci nasıl oldu?
Bu evreni kucağımda buldum diyebilirim fakat elbette, çok daha ham bir halde. Onu yoğurmak, gerçeklik duygusundan arındırmak, orasından burasından çekiştirmek gerektiğini hissettim. Kucağımda bulduğum bu evrenin gerçekliğini ve bir anlamda “saflığını” ekrana yansıtmanın yolunun o gerçekliği bükmekten, deforme etmekten geçtiğini düşündüm.
Filmde hikayenin tamamı dış mekanda geçiyor. Bu durumun çekimlere olumlu veya olumsuz ne gibi etkileri oldu?
Olumlu bir etki olmuşsa da zihnimde kalanlar hep olumsuz etkiler oluyor. Kışın sert hava koşulları, yoğun gürültü, değişen ışık vs. tahmin edeceğiniz üzere bizi zorladı. Fakat sakatlıkların önemli kısmını post-prodüksiyonda tedavi edebildiğimizden şikayetçi değilim.
Filmin en dikkat çeken özelliklerinden biri de siyah beyaz yapısı ve ekran oranının olabildiğince dar yapısı. Bu tercihinizi neye göre belirlediniz?
Filmi en başından itibaren siyah beyaz olarak hayal ettim. Renklerin bu filme “yakışmayacağını”, bu dünyaya fazla geleceğini, yalın halinden uzaklaştıracağını, makyajlı bir yüz gibi kusurlarını kapatacağını hissettim. Geriye dönüp baktığımda da pişman olduğumu söyleyemem.
Ekran oranını olabildiğince sıkıştırmak sonradan, görüntü yönetmenimiz Meryem Yavuz’la pre-prodüksiyon aşamasında çalışırken, onun önerisi olarak geldi. Görüntülerin neredeyse bir film şeridi gibi akacak olması fikri hoşuma gitti. Filmin karakterlerinin son derece geniş, hatta uçsuz bucaksız alanlara dağılmış ve kök salmış olsalar da müthiş bir sıkışıklık içinde olduklarını hissettim hep. Bu formatın hem genişlik, hem sıkışmışlık hissini öne çıkarmaya katkısı olacağını düşündüm.
Her gün yanı başımızdan geçen veya göz ucuyla gördüğümüz kişilerin yaşamını filmin odak noktasına almışsınız. Böyle bir tercih sonucunda senaryo yazım ve karakter yaratım aşamasında nasıl gözlemlerde bulundunuz?
Kişilerden/karakterlerden çok bir atmosfere odaklandığımdan yaptığım da gözlemden çok bir “havayı solumak”tı sanırım.
Tekerlekli sandalyede yaşamını sürdüren Jale’nin yolu film süresince birçok kişiyle kesişiyor. Bu noktada Jale’yi hayatın akıntısı içinde yolculuk yapan biri olarak görebilir miyiz?
Jale’ye, diğer karakterlere, hatta kainata bu gözle bakabiliriz. Fakat bu, onları yalnızca hayatın akıntısına kapılmış yolcular konumuna indirgemek anlamına gelmemeli. Akıntıya karşı da yüzüyor insan, suyun kenarına çıkıp soluklanıyor da. Jale ve şürekası kenarda duran/bekleyen, yolculara “hizmet sunan”, az biraz da dalgasına bakan “hancı” konumundalar daha çok. Fakat bu hancının da yolcu olduğu gerçeğini değiştirmiyor elbette.
Dünya sinemasına baktığımızda kısa filmlere uzun metraj filmler kadar değer verildiğini görüyoruz. Nitekim Safdie Kardeşler, Luca Guadagnino, Yorgos Lanthimos, David Lynch ve Pedro Almodóvar gibi usta isimler kısa filmler de üretiyorlar. Bizim sinemamızda ise kısa filmlere daha çok uzun metraj çekmeden önce bir sıçrama tahtası olarak bakılıyor fakat son yıllarda bu durum değişmekte. Sizin bu konudaki düşünceleriniz neler?
Tespitinize katılıyorum fakat kısa filmin uzun metraj için bir sıçrama tahtası olarak görünmesini de özel olarak yadırgamıyorum. Bu son tahlilde yönetmenin -veya anlatıcının- neyi, hangi formatta anlatmak istediğiyle ilgili, son derece kişisel bir mesele. İfade edilmek istenen için en doğru biçim hangisiyse (bu film değil de yazı veya resim de olabilir) hikaye ona sarılıp sarmalanmalı diye düşünüyorum.
Kariyerinizin bundan sonraki adımında başka kısa film projeleri de mevcut mu?
Birbirine bağlı üç kısa filmden oluşan bir uzun metraj projem var, fakat şu aşamada gerçekleştirilmesini zor gördüğümden başka bir projeye odaklanmaktayım.