Bekir ve Büşra Bülbül’ün senaryosunu yazdığı, Bekir Bülbül’ün yönetmenliğini, Halil Kardaş’ın yapımcılığını üstlendiği TRT- Belçika ortak yapımı “Bir Tutam Karanfil” Türkiye prömiyerini 42. İstanbul Film Festivali ulusal yarışma kategorisinde Atlas 1948 Sineması’nda gerçekleştirdi.
Dünya prömiyerini Tokyo Film Festivali’nde yapan film Fas’ta düzenlenen Tatvan Uluslararası Akdeniz Film Festivali’nde “En İyi Film Ödülü”, Sofya Uluslararası Film Festivali’nde “Jüri Özel Ödülü” ne layık görüldü. Filmin oyuncu kadrosunda; Demir Parscan, Şam Şerif Zeydan, Yiğit Ege Yazar, Faik Demir, Bahadır Efe ve Serkan Bilgi yer alıyor.
Anadolu’nun karlı ve ıssız yollarında torunuyla birlikte, mülteci olarak yaşadığı şehirde ölen eşinin cenazesini memleketine taşıyan yaşlı Musa’nın savaş halindeki bir ülkenin sınırına yaklaştıkça zorlaşan yolculuğuna şahit oluyoruz. Sonsuz yolculuğumuzun başlangıcı olan bedeni yok oluşu ait olduğumuz topraklarda gerçekleştirme gayesi ile ortaya çıkan bu tersine göç hikayesi, bozkırın yol manzaraları ile hem karakterlerini hem de izleyicisini içsel bir yolculuğa çıkarıyor. Bu serüven aynı zamanda kendinden göç etmiş ruhların ana yurda dönüşü ile benliğe geri dönme metaforuna da dayanıyor.
Görüntü yönetmenliğini Barış Aygen’in üstlendiği Bir Tutam Karanfil, bu yurda dönüş serüveninde Anadolu coğrafyasının manzaraları ile birçok sahnesinde izleyicisine tatmin edici resimler sunuyor. Ses tasarımı ve müzik seçimleriyle film izleyiciye soğuk yolculuk atmosferinin bir parçası olabilme imkânı tanıyor.
Ölümün de doğumun da bir düğün olduğu inancıyla yolculuğun başlangıcında bir kutlama alayının içinden geçen cenaze aracı, varış noktasını yine bir düğünle sonlandırıyor. Bir yerden gelip diğerine giderken insanı karşılamanın da uğurlamanın da kutlanası bir düğün olmasıyla hayatın girift ama bir o kadar da zengin yapısını bize sunuyor.
Ölümü unutmayı kolaylaştırırcasına her geçen gün artan hayat karmaşası ve içinden çıkamadığımız gürültülü yoğunluklar bir an gelebilecek sonsuz sessizlikten bihaber akıp giderken, film bu çelişkiyi cenaze yüklü araçta geçen basit dünyevi muhabbetlerle gösteriyor. Bununla birlikte hayatın kendi içinde oluşturduğu katmanlarla yaşam da ölüm de fazlasıyla iç içe, birileri başka alemlere göçerken burada mantar hala lezzetli, güneş hala parlak. Dolayısıyla film, bizi şahit kıldığı bu ruhsal ve bedensel göçle birlikte, beden su geçirmez karton bir kutuya sığdığı zaman ve başkaları için hayat devam ederken mülteci Musa’nın acılarına serptiği karanfille ölümle yaşam sentezinin alegorisini yapıyor.
Tüm bunlar olup biterken film bize savaşı, ailesizliği ve acıyı tatmış olsa da böcekten korkabilecek narinlikte bir kız çocuğu olan Halime’nin gözünden bakabilme imkânı tanıyor. Özendiği saçları, oyuncağı, yanında taşıdığı çizim defteriyle etrafında ne yaşanırsa yaşansın onun çocukluğunu, olayları algılamadaki farklılığını ve iç dünyasında yaşadıklarını hissediyoruz.
Filmde Musa ve torununun yaşadığı serüven boyunca karşılaştıkları her bir karakterin ölüme yaklaşımının farklılık gösteriyor oluşu, bu somut gerçeğin çok boyutlu yönlerini farklı ağızlardan duymaya, bize farklı yansımalarla zuhur etmesine vesile oluyor. Havva ana için, marangoz için, sınırdaki polis memurları için ölüm ve bu yolculuk farklı dilleri konuşuyor.
Musa ve Halime sınıra yaklaştıklarında, bir radyo programında ‘eylemler niçin yapılır?’ sorusuyla başlayan bir diyalogda hayatımızın olmayan anlamı, insanın varoluşuna olan uzaklığı ve doğmamış çocukların dahi varlık sancılarından bihaber olduğu düşünceleriyle bir yaşam mecburiyeti döngüsünden bahsedildiğinde, hayatın daimî kontrastları gibi senaristin de bu hikâyenin içinde kendi iç dünyasındaki gölgelerine şahit oluyoruz.
Aramızdaki dil, din, ırk ayrımını önemsiz ve anlamsız kılan ölüm herkes için eşit. Ölümüyle ya da karısına vedasıyla evlenen Musa, yaşadığımız hayatın da bir anlık hatırlanacak bir rüyadan ibaret olduğu inancıyla hayal ile gerçek arasında her bakış için farklı anlamlar yüklenebilecek bir düğünle nihayete erişiyor.
Bir şekilde vardığımız ve yakında ait olduğumuz yere geri dönmek zorunda kalacağımız için bu dünyada hepimizin göçmen olduğu inancından yola çıkarak, yolculuk, kayıp ve yas ritüelleri hakkında anlatacakları olan bu film, nihayetinde bize bir soru bırakıyor. Her şeyin sonunda, beraberimizde taşıdığımız, geldiğimiz yere geri dönerken yanımızda götüreceğimiz onca şey nedir?
Betül Benli