Söz Kısa Filmcilerde röportaj serisinin 62. haftasından herkese merhaba. Son yıllarca oranı iyice artan kadına yönelik şiddet ve taciz olayları, toplumumuzda bir türlü çözülemeyen sorunları arasında bulunuyor. İlgili davalarda mahkemelerin verdiği ve adaletle uzaktan yakından alakası olmayan kararlar ise bu durumu iyice çarpık bir hale dönüştürüyor. Bu hafta kendisiyle sohbet edeceğim Dilek Külekçi de gerilim seviyesi ve tansiyonu yüksek bir anlatımla farklı duyguları bir arada yaşatan bir hikayeyi işliyor. Bir akşam arkadaşlarından ayrılıp eve dönmek için bindiği minibüsün karanlık bir yola sapmasıyla anksiyeteye saplanan Gözde’nin hikayesine ortak eden Paranoya, üzerine konuşacağımız film olacak.
Dilek Külekçi ile gerçekleştirdiğim bu röportajda, başrolünde Funda Kadıoğlu’nun yer aldığı filmi, hikayesi, çekimleri, gelecek hedefleri ve merak ettiğim başka noktaları da konuşma fırsatı buldum.
Herkese keyifli ve ilham veren okumalar.
Film hakkında konuşmadan önce ilk olarak sizi tanıyalım. Kimdir Dilek Külekçi?
Tabii ki, Anadolu Üniversitesi Sinema TV bölümünden mezunum. Uzun yıllar dizi ve film projelerinde reji asistanı olarak çalıştım. Son 12 yıldır da yardımcı yönetmenlik yapıyorum. Hep hikayeler, denemeler yazan biri olarak, okulda senaryo yazımı dersi aldıktan sonra senaryolar yazmaya başladım. Çeşitli dizi ve film-belgesel projelerinde de senaryo asistanlığı ve senaristlik yaptım.
Filmin yazım, hazırlık, çekim ve post prodüksiyonu ne kadar sürede tamamlandı?
Filmin senaryosunu iki günde yazdım ancak öncesinde hikayenin ve karakterin oturması birkaç yılı almıştır. Bir hafta ön hazırlık yaptık, iki gün de filmi çektik. Post prodüksiyon süreci pandemi dolayısıyla üç ay sürdü.
Kadına yönelik şiddet ve kadın cinayetleri özellikle son on yıllık süreçte inanılmaz bir boyuta ulaşmış durumda. Hukuk sistemi de çoğu zaman oldukça tepki çeken kararlar vererek kamuoyunda büyük tartışmalara neden oluyor. Siz bir sinemacı gözüyle hikayenizi filmde yer vermeye ilk ne zaman karar verdiniz? Tetikleyici olay sizin için ne oldu?
Aslında filmde anlattığım hikaye, başıma gelen bir olaydan yola çıkarak şekillendi. Üzerinden yıllar geçmişti ve aklımdan çıkmış bir olaydı. Ta ki Özgecan Aslan cinayetini duyana kadar. Bütün korkularım; o gece, o dolmuşta yaşadıklarım geri gelmişti. O zaman o duyguyla yüzleşmek istemedim çünkü içten içe korkulu anılarınızı sakladığınız çekmecelerinizi açmanız gerekiyordu; bu da paranoyaklaşmanıza neden olabiliyor. Pınar Gültekin’in vahşice öldürülmesi ve medyanın, sosyal medya kullanıcılarının bir insanın ölümünü ele alış şekli beni çok rahatsız etti. O haberden sonra filmi yazmaya karar verdim.
Bir akşam arkadaşlarından ayrıldıktan sonra eve dönmek için minibüse giden genç bir kadının yaşadığı paranoyayı işliyorsunuz filminizde. Kadına yönelik şiddetin her geçen yıl arttığı bir ülkede böylesine hassas bir konuyu işlemek size ne gibi sorumluluklar yükledi?
Öncelikle, şiddete maruz kalan insanların -özellikle kadın demek istemiyorum çünkü bu sadece bir kesimin problemi gibi algılanabiliyor- nasıl bir psikolojiyle yüz yüze geldiklerini göstermek önemliydi. Örneğin filmi izleyen veya senaryoyu okuyan bazı erkek arkadaşlarım kadınların böyle hissettiklerini öğrendiklerinde çok şaşırdılar. Kadınlar için anlaşılması kolay ve acı da olsa olağan bir durum olmasına rağmen bir erkeğin bunu hiç bilmiyor olması beni çok kızdırdı. Bu sebeple, odağımı fiziksel ya da duygusal şiddet/korku yaşayan kişilere çevirmek gibi bir yükümlülüğüm oldu.
Film, ilk dakikasından itibaren dış sesler, gecenin karanlığı, minibüs ortamı ve karakterlerle kabus dolu ağlarını her yana örüyorsunuz. Filmin senaryo yazım süreci dikkat ettiğiniz noktalar neler oldu?
Benzer bir süreç yaşamış biri olarak, korkunun evrelerini iyi tahlil etmek kolay oldu. Korkunun sadece zihinsel değil fiziksel reaksiyonlarına da odaklanmak çok işime yaradı.
Son yıllarda kadınların sorunları ve yaşadıklarına dair hikayeleri gerek uzun gerekse kısa metraj filmlerde daha çok görüyoruz. Bu noktada kadın sinemacıların güçlü hikayeleri Cannes, Venedik ve Berlin’de büyük ödülle taçlanıyor. Bu duruma dair görüşleriniz neler?
Kadın yönetmenlerin seslerini ve katkılarını görmek için geç kalınmış olsa da iyiye gideceğine dair umut var bir durum. Kadın yönetmenlere, kadın sesine daha çok yer verilmesi sinemanın gelişimi açısından hayati önem taşıyor bence. Kadın veya erkek olmasından öte, üreten kişinin hikayesine ve karakterine inanan bir sinemacıyım. Bu noktadan bakınca kadın hikayeleri ve kadın karakterlerin “dişiliği”, yönetmen erkek de olsa kadın da olsa daha derinlikli boyutlara götürüyor sinemayı. Kadının konu olmanın, araç olmanın ötesine geçmesi, kadın bakışının daha çok ekrana/perdeye yansıması gerekiyor.
Filminiz adım adım artan gerilimi, seyirciye soğuk terler döktüren anları ve pik noktaya ulaştığı son dakikalarıyla yoğun bir duygu karmaşası yaratıyor. Seyirci üzerinde hakimiyet kurmak adına uyguladığınız bu teknik ayrıntıları neye göre belirlediniz?
Korkunun paranoyaya dönüşmesi ve yükselen bir eğride vermek adına Funda’nın katkısı çok büyük. Her adımı detay detay konuşup planları da ona göre belirledik. Senaryoyu yazarken filmi hayal etmek gerekiyor. Hayal ettiğim açıları ve planları duygu değişimlerinde anahtar olarak kullanmaya çalıştık.
Filminizin başrol oyuncusu Funda Kadıoğlu, oldukça zorlu ve baskı yaratan bir rolün altından başarıyla kalkmış. Tabii bu durumun oluşmasında rol üzerine yönetmenle oyuncu arasında kurulan bağ büyük önem taşıyor. Başrolünüzle nasıl çalıştığınızı anlatır mısınız? Bu başarının arkasında yatan süreç nasıl gerçekleşti?
Funda çok derin oynayan, samimi bir oyuncu. Oyuncu seçimi sırasında, ilk audition’ını izlediğim oyuncuydu ve doğallığı beni çok etkilemişti. Funda, senaryoyu okuduktan sonra kendisinin de böyle bir korku yaşadığını söyledi. Bütün taşlar yerine oturdu çünkü o duyguyu biliyordu, aramamıza gerek yoktu. Okuma provası yaptık. Öncelikle korkunun evrelerinde zihinsel süreç üzerine yoğunlaştık. Fiziksel reaksiyonlar konusunda fikir alışverişlerimiz önemliydi. Hep birbirimizi ikna ederek ilerledik. Kilit nokta ortak zeminde buluşmaktı.
Dünya sinemasına baktığımızda kısa filmlere uzun metraj filmler kadar değer verildiğini görüyoruz. Nitekim Safdie Kardeşler, Luca Guadagnino, Yorgos Lanthimos, David Lynch ve Pedro Almodóvar gibi usta isimler kısa filmler de üretiyorlar. Bizim sinemamızda ise kısa filmlere daha çok uzun metraj çekmeden önce bir sıçrama tahtası olarak bakılıyor fakat son yıllarda bu durum değişmekte. Sizin bu konudaki düşünceleriniz neler?
Kısa filmleri çok önemsiyorum. Başlı başına kendi kulvarı olan bir anlatım dili çünkü. Aslında kısa film, uzun metraj filme göre daha büyük bir “challenge”. Kısa zamanda daha derin, vurucu ve iyi anlatmak meselesi insanı çok zorluyor. Ben de uzun metraj öncesi bir yönetmenlik denemesi olacak diye düşünmüştüm ancak bu filmden sonra sürekli üretim, gelişim için kısa filmlerin çok önemli olduğunu anladım. Farkına bile varmadığımız kaslarımızı çalıştıran bir süreç. Çok keyifli.
Önümüzdeki süreçte üzerinde çalıştığınız yeni projeler mevcutsa ufak tüyolar alabilir miyim?
Elbette. Paranoya filmine başlarken kafamda üçleme yapmak gibi bir fikir vardı. Onunla ilgili çalışmalar devam ediyor. Arada bir tane çocuklukla ilgili bir kısa film daha çekme planım var, henüz senaryo aşamasında. İçerik üretmek aslında benim en çok keyif aldığım süreç. Kısa filmlerin yanında, uzun metraj filmler ve dizi projeleriyle de ilgileniyorum. Yazdığım uzun metraj filmler için de görüşmeler devam ediyor. Dijital platformlar için, benim çok önemsediğim bir kadın hikayesi var; psikolojik-korku türünde Geçmişin İzi adlı bir mini dizi ve fantastik-tarihi drama türünde Mühür adlı bir dizi hazırlıyorum. Senaryo ve araştırma aşamasındaki projeler henüz.