Bazen hayale doğru bir yolculuğun içinde buluruz kendimizi bazen ise bir kovalamacanın tam ortasında. Kimi zaman arkada kalanlar hüzün verir, kimi zaman ise kavuşulanlar mutluluk getirir. Ancak tüm bunları yaşayabilmek için önce uzunca bir yol kat etmek gerekir…
Yol temalı filmler, dünya çapında son yılların en çok ilgi çeken hikâyelerinden. Durum böyle olunca Türk Sineması’nda da örnekleriyle daha fazla karşılaşır olduk. Özellikle geniş hareket alanı nedeniyle, ucuz vizyon komedilerinde sıkça karşılaştığımız yol hikayeleri, altı doldurulduğunda büyük bir seyir zevkini beraberinde getiriyor. Kendini yollara vuran, bir yerden bir yere sürüklenen karakterleri merkezine yerleştiren filmler; zaman zaman eğlencesiyle zaman zaman ise hüznüyle izleyenleri selamlıyor. Bu yüzden yol hikâyelerini, bir türün içine yerleştirmek neredeyse imkânsız hale geliyor. Lokasyonunun genişliği sayesinde bolca sürprizi de beraberinden getiren bu filmlerin en büyük ortak noktası ise; özgürlük. Yol filmleri; izleyenleri dağa taşa vurma konusunda teşvik eden, bir yere bağlı kalamayanların yahut büyük bir arayışın içinde olanların anlatısıdır. Bizde ise; genellikle kaçış komedisi mottosuyla üretilen filmler, hali ile hikâyeleri kaliten oldukça uzaklaştırıyor. Bu yüzden bazen samimiyetiyle insanın içine işleyen, bazen mizahıyla güldürmeyi başarabilen bazen ise insanı çivi gibi yerine sabitleyen, hikâyesi yollardan geçen nitelikli filmleri sizler için derledik. Gelin Türk Sineması’nın yol ile imtihanına birlikte göz atalım…
Abimm (2009, Şafak Bal)
Çetin (Mustafa Üstündağ) yıllardır görüşmediği babasının ölüm haberini almıştır. Bu sırada da mafya tarafından, klasik bir otomobili, Antalya’da bulunan koleksiyonere götürme görevi ona verilir. Çetin hem babasının cenazesine katılmak hem de kendisine verilen görevi yerine getirmek için yola çıkar. Ancak köyüne vardığında, varlığından bile haberi olmayan otistik abisi Arif (Levent Üzümcü) ile tanışır. Çetin, artık yoluna Arif ile devam edecektir. Onların sürprizlerle dolu bu yolculuğu ise sıcak bir kardeşlik öyküsünü beraberinde getirir. Kendi içinde eksikleri olan Abimm, şüphesiz Levent Üzümcü’nün üst düzey performansıyla şahlanan bir film. Hikâye yer yer klişeleşse de samimiyetini karşı tarafa aktarabilmekten geri kalmıyor. Özellikle Rain Man’den aldığı referansı doğru kullanan Abimm, hikâyenin yolculukla geçen dilimini pozitif bir şekilde kullanarak tebessüm ettirmeyi başarıyor.
Ateş Böceği (1975, Osman Seden)
İşportacı Tarık, (Tarık Akan) satış yapmak için uğraştığı bir gün, müşterisinin cüzdanını çalan yan kesiciyi yakalar. Cüzdanı çalınan adamın, Tarık’a ödül olarak 100 lira vermesi, onun girişimci ruhunu harekete geçirir. Tarık, artık iyi bir yan kesici bulmalı ve bu numarayı hayata geçirmelidir. Bunun için ise genç ve güzel bir kız olan Necla’yı (Necla Nazır) bulur. Artık geriye sadece yollara düşmek kalmıştır. Başlarda anlaşmakta zorlanan Tarık ve Necla yavaş yavaş birbirini sevecek ve Yeşilçam döneminin en unutulmaz ikili performanslarından birine imza atacaklardı. Necla Nazır’ın yediği elmalarla, Tarık Akan’ın ise kullandığı sarı klasik otomobille hafızalarda yer ettiği Ateş Böceği, hem macerasıyla hem de eğlenceli tarzıyla, temposunu bir an olsun düşürmeden ilerleyebilmeyi başarıyor. Osman Seden’in yönetmenlik koltuğunda oturduğu film için en doğru tanım ise; yolda geçen bir aşk hikâyesi olacaktır…
Limonata (2015, Ali Atay)
Leyla ile Mecnun sevenler buraya, bu film tam sizlik! Eski bir tır şoförü olan Suat’ın, İstanbul’da bulunduğu yıllarda bir çocuğu dünyaya gelmiştir. Suat’ın ölüm döşeğindeyken tek isteği ise yıllar önce arkasında bıraktığı o çocuktan, Selim’den (Serkan Keskin) son bir helallik almaktır. Bunun için oğlu Sakip’i (Ertan Saban) üvey kardeşi Selim’i bulması için İstanbul’a gönderir. Sakip’in tek amacı kardeşi Selim’i alıp Makedonya’ya, ölüm döşeğindeki babasının yanına götürmektir. Bunun için ise her yolu deneyecektir… Her yolu! Sakip ve Selim’in İstanbul’dan Üsküp’e uzanan bu macerası; birbirinden habersiz yıllar geçiren iki kardeşin de yavaş yavaş birbirini sevmesine vesile olacaktır. Ali Atay’ın ilk yönetmenlik tecrübesi olan Limonata, izleyenlere hem tadında bir mizah servis ediyor hem de samimiyetiyle dikkat çekmeyi başarıyor. Ertan Saban ve Serkan Keskin’in başrolleri paylaştığı film, tüm o yolları kat ederken, Balkanların tüm sıcaklığını da izleyenlere armağan ediyor.
Hokkabaz ( 2006, Ali Taner Baltacı, Cem Yılmaz)
İskender (Cem Yılmaz) ve Maradona (Tuna Orhan) sihirbazlık yaparak hayatlarını idame ettiren iki yakın arkadaştır. Başlarına gelen olaylardan sonra, hem İstanbul’dan uzaklaşmak hem de para kazanmak adına Türkiye turnesine çıkmaya karar verirler. Bu turne için İskender’in ablasından karavanı istemesi, babası Sait Tünaydın’ı (Mazhar Alanson) da onların bu macerasına ortak eder. Sait’in Çanakkale’yi görme isteği karşısında kayıtsız kalamayan İskender ve Maradona, kendilerini bir anda ilginç ve eğlenceli bir maceranın ortasında bulur. Cem Yılmaz sinemasının tüm samimiyetini bizlere aktaran Hokkabaz, bir yol hikâyesinden filizlenen naif bir film olarak önümüze geliyor. Film; dozunda mizahı, ikili ilişkilere duygu yüklü yaklaşımı ile bir yandan güldürürken bir yandan da insanın içine işlemeyi başarıyor.
Her Şey Çok Güzel Olacak (1998, Ömer Vargı)
Altan’ın (Cem Yılmaz) hayattaki tek gayesi hayalini kurduğu barı açmaktır. Bu vesileyle hayatının düzene gireceğini, karısı ile olan ilişkisinin düzeleceğini düşünmektedir. Bir ilaç deposunda çalışan abisi Nuri (Mazhar Alanson) ile yıllar sonra karşılaşması, onu bar hayaline bir adım daha yaklaştırır. Altan hayaline doğru emin adımlarla gittiğini düşünürken, aslında tarifsiz bir belanın tam ortasındadır. Hiç beklemediği anda Nuri’yi de olaylara dâhil etmesi, onları içinden çıkılamaz bir maceraya doğru sürükleyecektir. Bir umuda yolculuğun hikâyesi olan Her Şey Çok Güzel Olacak, bir yandan güldürürken bir yandan da Altan’ın hayaline herkesi ortak edecektir. Film özellikle, İstanbul-Bodrum arasındaki yolculuk sekanslarıyla, vaat ettiği sıcaklığı bir tık daha yukarı taşıyor. Yönetmenliğini Ömer Vargı’nın yaptığı film, Cem Yılmaz’ın ilk oyunculuk ve senaryo tecrübesini bünyesinde barındırmasıyla da farklı bir anlam içeriyor.
Fikrimin İnce Gülü – Sarı Mercedes (1992, Tunç Okan)
Almanya’da işçi olarak çalışan Bayram, (İlyas Salman) yıllardır biriktirdiği parayla “Balkız” adını taktığı bir Sarı Mercedes almıştır. Yeni arabasıyla köyüne gidecek ve bu vesileyle herkese kendini kanıtlayacaktır. Ancak Münih’ten Ankara’ya uzanan bu yolculuk onun için hiç kolay geçmez. Bayram için birçok sürprize gebe olan bu yolculuk, bir yandan da onun geçmişi ile yüzleşmesine neden olacaktır. Filmi; Bayram’ın kendini dünyaya ispat etmek için geçtiği meşakkatli yolların bir bütünü olarak da ifade edebiliriz. Bu da bir noktadan sonra kapitalist düzende insanların geldiği noktayı açıkça gözler önüne seriyor… Adalet Ağaoğlu’nun Fikrimin İnce Gülü romanından beyazperdeye uyarlanan filmin başrolünde, performansıyla adeta devleşen İlyas Salman yer alırken, yönetmenlik koltuğunda ise Otobüs ve Cumartesi Cumartesi gibi kendine has filmlerinden tanıdığımız Tunç Okan oturuyor.
Amansız Yol (1985, Ömer Kavur)
Uzun yıllar Almanya’da olan tır şoförü Hasan, (Kadir İnanır) iş için İstanbul’a döndüğünde çocukluk arkadaşı Yavuz (Yavuzer Çetinkaya) ile arkada bıraktığı eski sevgilisi Sabahat’ı (Zuhal Olcay) evlenmiş olarak bulur. Diyarbakır’a doğru yola çıkacağı günün öncesinde Yavuz, Hasan’ı son bir kez meyhaneye davet eder. Ancak bu davet, Hasan’ı ve Sabahat’ı bir anda Yavuz’un pis işlerine ortak eder. Hasan’ın yapacağı tek bir şey kalmıştır. Sabahat’i ve onun küçük kızını yanına alarak İstanbul’dan kaçmak! İstanbul, Mardin, Diyarbakır ekseninde ilerleyen bir kaçış hikâyesi olan Amansız Yol, ciddi duruşuyla fark yaratan bir iş. Bir an olsun gerilimini yitirmeyen film, iki eski âşık olan Hasan ve Sabahat’in birbirlerine karşı duydukları sevginin tekrar su yüzüne çıkmasına da vesile oluyor. Başrollerinde Kadir İnanır, Zuhal Olcay ve Yavuzer Çetinkaya gibi isimlerin yer aldığı filmin yönetmenliğini, sinemamızın önde gelen isimlerinden Ömer Kavur yaparken senarist koltuğunda ise Barış Pirhasan yer alıyor.
Im Juli – Temmuz’da (2000, Fatih Akın)
Kendi halinde, içine kapanık bir stajyer öğretmen olan Daniel’ın (Moritz Bleibtreu) hayatının aşkını bulmak için Hamburg’tan İstanbul’a doğru yola çıkması, onu bilinmezlerle dolu bir maceranın ortasına bırakır. Daniel bu macerasında hem kendini keşfedecek, hem de tesadüflerle dolu bu hikâyede gerçek aşka doğru emin adımlarla ilerleyecektir. Aşk, gizem, macera ve komedi unsurlarını tek bir potada eritebilmeyi başaran filmi, tam bir yol komedisi olarak da tanımlayabiliriz. Hamburg ve İstanbul arasındaki birçok geçiş noktasına uğrayan film, gerilla usulü seyahat etmek isteyenlerin farklı gözle izleyeceği bir yapım. Ayrıca adına yaraşır bir şekilde, temmuz ayını sonuna kadar hissettirmeyi başaran film, başrolündeki Moritz Bleibtreu’nun başarlı performansı ile büyümeyi başarıyor. Fatih Akın’ın ilk dönem eserlerinden olan Im Juli, her ne kadar Alman Sineması’nın bir örneği olsa da hem yolunun İstanbul’dan geçmesi hem de yönetmeninden ötürü bizden olarak gördüğümüz bir iş.
Bir Zamanlar Anadolu’da (2011, Nuri Bilge Ceylan)
Nuri Bilge Ceylan bu sefer, izleyenleri bir cinayet soruşturmasının ortasına bırakıyor. Hem de upuzun yollardan geçip, neticelenmeyi bekleyen bir cinayet soruşturması… Bir savcı, bir doktor, bir polis ve bir katilin, Anadolu’nun en ücra köşelerinden birinde gömülü olan cesedi bulmak için giriştikleri gizemli bir macera bu. Film bir yandan gerilimini her dakika diri tutabilmeyi başarırken bir yandan da Anadolu insanın yaşantısına parmak basıyor. Bir Zamanlar Anadolu’da masalsı tadı, minimalist havasıyla sadece yol hikâyesi olarak değil, sinemamızın en iyi örneklerinden biri olarak da öne çıkıyor. NBC sinemasında sıkça karşılaştığımız uzun plan-sekansların dışında bu filmde sıkça yer alan diyaloglar, yapılan işi ayrı bir yere konumlandırmamıza olanak sağlıyor. Başrollerinde Muhammet Uzuner, Taner Birsel, Yılmaz Erdoğan ve Fırat Tanış’ın yer aldığı film ayrıca; 64.Cannes Film Festivali’nden Jüri Büyük Ödülü kazanarak da başarısını taçlandırıyor.
Yol (1982, Şerif Gören)
1982 yılında gerçekleştirilen 35.Cannes Film Festivali’nde Altın Palmiye ödülüne uzanarak, Türk Sineması’nın Cannes ile macerasını başlatan Yol, realist yapısıyla sinemamızın en fazla öne çıkan filmlerinden. Birçokları tarafından hala başyapıt olarak nitelendirilen filmin yönetmenlik koltuğunda Şerif Gören otursa da Yol’un bu denli popüler olmasının başlıca sebebi şüphesiz Yılmaz Güney. Cezaevinde bulunduğu yıllarda senaryoyu kaleme alan Yılmaz Güney, filmi sekans sekans Şerif Gören’e anlatarak da altından kalkması zor bir işe imza atmıştır. Yol; sıkıyönetim döneminde, İmrali Yarı Açık Cezaevinde yaşayan beş mahkûmun aldıkları özel izinle bir haftalığına dışarı çıkmasını konu edinir. Bu beş mahkûmunda ayrı bir macerası, gidecek uzunca bir yolu vardır… Tarık Akan ve Şerif Sezer’in başrolü paylaştıkları film, yurt dışında çok fazla değer görmüş olmasına karşın 1999 yılına kadar ülkemizde yasaklı kalmıştır.
Polat Öziş derledi.