40 yaşındasınız. Hayatınız berbat. 10 yaşındayken babanız ölmüş. Büyürken annenizin burnundan getirmişsiniz. O sürekli güçlü durmak zorunda hissetmiş kendisini, sizse onun bu tavrını unutmak zannetmişsiniz. Babanızın acısını kolayca atlattığını düşünüp daha da üstüne gitmişsiniz. Okul hayatınız zor geçmiş. Yaşıtlarınızdan kısa boylu ama uzun dilli olduğunuz için itilip kakılmışsınız, pek kimse sizi sevmemiş. Yeterince sosyalleşememişsiniz. Bilgisayar oyunları ve köpeğinizden başkası yokmuş yanınızda. Üniversite çağlarında pilot olmaya karar vermişsiniz. Sonunda iyi olduğunuz, takdir gördüğünüz bir alan bulmuşsunuz ama öfkeniz geçmemiş. Babanızı öldüğü için suçlamaya devam etmişsiniz. Çünkü kızmak, üzülmekten daha kolaymış. Derken âşık olmuş ve evlenmişsiniz ancak o sırada dünyanın sonu gelmiş. Sevdiğiniz kadını da bildiğiniz anlamda dünyayı da kaybetmişsiniz. Peki ya tüm bunları düzeltmek için bir şansınız olsa?
Yukarıdaki paragrafı uzun metraj bir senaryoya dönüştürmenin onlarca yöntemi var. Netflix’in yeni filmi The Adam Project, bu duygusal hikâyeyi anlatmak için akla gelecek en son yollardan birinden gidiyor: Bilimkurgu. Bu acıları çeken adamı 2050’ye yerleştiriyor, dünyanın sonunu Terminatör tarzı getiriyor ve düzeltme şansı olarak kahramanının eline zaman yolculuğu yapabileceği bir jet veriyor. Adam’ı Ryan Reynolds oynayınca tür otomatik olarak komedi aksiyona sabitlenirken, Netflix projesi olmasıysa renkleri canlandırıp filmin tonunu belirliyor. 2022’ye hoş geldiniz (!)
Dünyanın sonunu getiren korkunç şirket için pilot olarak çalışan Adam, 2018’e giden karısı geri dönmeyince bir jet çalıp yanına gitmeye çalışıyor ancak vurulup yanlışlıkla 2022’ye iniyor. 12 yaşındaki halini bulup ilkyardım için çocukluk evine yerleştikten sonraysa beraber 2018’e dönüp zaman makinesinin mucidi olan babalarını uyarmaları gerekiyor. Böylece 40 yaşındaki hiç susmayan Adam ve 12 yaşındaki hiç susmayan Adam beraber gidip hiç susmayan babalarını buluyorlar. Epey komik.
The Adam Project’i benzerlerinden ayıran birkaç yönü var. İlki, karakterlerine ihtimam göstermesi. Kısa sürede önemsediğimiz, başlarına bir şey gelmesin diye endişelendiğimiz karakterler yaratmayı biliyor. Evet, Ryan Reynolds belki Deadpool’dan beri aynı rolü oynuyor ama ne yapalım, hala gideri var. Diğer farkıysa zaman yolculuğunun teoriğiyle seyirciyi boğmaması. Senaristler hepten mantıksız görünmemek için kısa açıklamalar yapıyor olsalar da her ciddi cümleyi bir şakayla bağlayıp mizahı belli bir seviyede tutmayı, bir an bile sıkıcı olmamayı başarıyorlar. H.G. Wells’ten beri az çok bildiğimiz şeylerin tekrarlanmasının ya da Tenet gibi ittire kaktıra yeniden kurgulanmasının, en azından böyle hafif bir projede yeri yok gerçekten de. Bunlar yerine diyaloglu sahneleri aile ilişkilerine, büyümenin zorluklarına, ikinci şanslara ve hüzne ayırmışlar. Evet, The Adam Project tüm o tantanaya rağmen hüzünlü bir film. Babasız büyümek, mutsuz bir yetişkin olmak, çocukluğun güzelliği, affetmenin devam edebilmek için önemi ve daha birçok konuda doğru sözleri var. Acıtan ama doğru sözler.
Ryan Reynolds bildiğimiz gibi dedik zaten. Ama 12 yaşındaki Adam’da Walker Scobell harika. İlk filmiymiş, devamı mutlaka gelecektir. Annede Jennifer Garner, kısıtlı sürede hüznünü aktarmayı biliyor. Babada Mark Ruffalo hem dahi bilim adamı hem de kendisine hiç benzemeyen o çocukların babası olduğuna vücut diliyle ikna ediyor. Catherine Keener’a da kötü kadın olmak düşmüş ama olsun, her zamanki gibi herkesten rol çalıyor.
Netflix işi kötü filmlerden bıktığınızı biliyorum. Ama bu, onlardan biri değil. Hadi bakalım. Fragman burada, film burada. İyi seyirler.