12 Eylül’e merdiven dayamış, toplumun her kesimini kutuplaştırmış, yoksulluğun gözle görünür kadar belirgin olduğu bir Türkiye resminin yanında, taşradan metropole ceplerindeki üç kuruşla kaçıp gelmiş iki kardeşin, kocaman bir şehirde var olabilme mücadelesinin anlatıldığı Yusuf ile Kenan, hem duru bir anlatıyla dönemin siyasi yapısına ışık tutuyor hem de çocukların gözünden dünyanın karanlık tarafını açığa çıkarıyor… Senaryosunu Onat Kutlar’ın yazdığı, sinemamızın auteur yönetmenlerinden Ömer Kavur’un yönettiği ve Cem Davran, Tamer Çeliker, Hakan Tanfer ve Yalçın Avşar’ın başrollerinde yer aldığı film; Milano Film Festivali’nde büyük ödülü almasının yanı sıra Altın Portakal’da da “En İyi Film”, “En İyi Senaryo” ve “En İyi Çocuk Oyuncu” dallarında ipi göğüsleyerek başarısını ödülleriyle perçinleyen bir film olarak ön plana çıkabilmeyi başarıyor.
Kan davası yüzünden babalarını kaybeden iki kardeşin, köylerinden kaçıp İstanbul’a uzanan hikâyeleri “Ali Dayı”yı bulma umuduyla başlasa da kendi dünyalarına göre oldukça büyük olan bu şehir onları habersizce içine doğru çekecekti. Barış, huzur ve sıcak bir yuva için geldikleri İstanbul’da; kimsesiz, parasız kalacak ve bu macerada tanışacakları insanlar Yusuf ile Kenan’ın gideceği yolu belirleyecekti. Onlar artık acımasız bir dünyada, amansız bir savaşın ortasındaydı. Tam bu noktada ayak sesleri iyiden iyiye yükselen siyasi gerilimin getirileri olan vatan, millet, emek, işçi sınıfı gibi kavramlarla tanışacak, bir yandan da hayatta kalabilmek için dost bildiklerine sırtlarını dayayıp bir çıkar yol arayacaklardı. Tehlikeli sokaklar, siyasi jargonlar ve en önemlisi de evsiz yurtsuz çocukların hayatlarını Tophane çatısı altında harmanlayan film bize alışılmışın dışındaki anlatış biçimiyle doğru bir gerçeklik servis ediyor.
Onat Kutlar ve Ömer Kavur ikilisini bir araya getiren Yusuf ile Kenan, hem döneminin üstündeki havası ile dikkat çekiyor hem de kelli felli adamların dünyasından çıkıp erken olgunlaşan çocukların dünyasına odaklanıyor. Kan davasından kaçarken, beraberlerinde İstanbul’a getirdikleri tek umutları olan “emmi”lerini bulma isteği, İstanbul’un büyüklüğünde kaybolacak; bu süre zarfı içerisinde dönemin sosyo-ekonomik yapısıyla paralel bir şekilde; yoksulluğun üzerinden geçinmeyi fırsat bilen gözü açıklarla, kendilerini dev aynasında gören burjuvalarla, farklı kültür yelpazesine sahip insanlarla tanışacaklardı… Onlar İstanbul’un karmaşasında kaybolmuş giderken, Böcek (Yalçın Avşar) ile tanışmaları bir yandan onların hayatlarını değiştirecek bir yandan da yaşamak için seçim yapmalarına sebebiyet verecekti. Yusuf (Cem Davran) yoksulluğun getirdiği korku ile para kazanmanın kolay yolunu tanıştığı Çarpık ile bulmuşken, Kenan (Tamer Çeliker) ise abisinin gittiği yolun yanlış olduğunu söyleyip, “emeğiyle” para kazanma yolunu seçecektir. Ancak Ömer Kavur filmin alt metnine yerleştirdiği siyasi kutuplaşma kavramını ağdasız bir anlatıyla, kör göze parmak sokmadan yaparak hem hikâyenin gerçeklik algısını doğru bir çizgide götürebilmeyi başarıyor hem de emek ve alın teri ile ilgili vermek istediği sosyalist mesajları karşı tarafa rahatlıkla aktarabiliyor. Kenan’ın küçük yaşına rağmen en başından beri bilinçli olarak tornacı çırağı Mustafa’nın telkinlerine uyup, alın teriyle para kazanmanın peşinde oluşuna karşılık; Yusuf’un bilinçsizce, “nasıl daha çabuk para kazanabilirim” arzusu ile peşine takıldığı Çarpık üzerinden aslında dönemin siyasi yapısına, kutuplaşmanın hangi kimlikler altında yapıldığına dair bariz ayrıntılar da gözümüze çarpıyor. Mustafa elinde kitapla çıkagelen, çalışmanın önemini vurgulayan, emeğin temsilcisi olarak karşımıza çıkarken, Çarpık ise kavgayı dövüşü hayatının merkezine yerleştirmiş, çalarak hayatını geçindiren bir gençken bir anda “daha mühim meselelerin adamı” olarak kendini lanse eden bir çocuk olarak karşımızda beliriyor. Aslında filmin bizi soktuğu bir nevi “doğru yol arayışına” da Çarpık ve Mustafa sayesinde ulaşıyoruz…
Köyden yalnız başlarına, ceplerindeki iki kuruş parayla koca şehre gelen çocuklar ne yapar, nasıl yaşar sorularının ekseninde başlayan film, bize aslında döneminin İstanbul portresini servis ediyor. Bir yanda siyası karmaşayla allak bullak olmuş sokaklar, bir yanda yoksulluk ile boğuşup hayatta kalma mücadelesi veren her yaştan insan ve yollarını şaşırmış Yusuf ile Kenan… Babaları öldükten sonra, kardeşinin manevi varisi olan Yusuf’un üzerine giydiği korumacı zırhı onu yanlış işler yapmaya itse de aslında o hayatta kalabilmek için kendini savaşın ortasına atan, düşündüğü yegâne kavram kardeşi olan bir ağabeydir. Ancak yollarının kesiştiği Böcek, gidecek bir yol arayan bu iki kardeşin adeta yönünü belirleyen karakter olarak ön plana çıkıyor. Aslında tam da burada, karşılaştığımız insanların; elimizden tutanların ne kadar önem teşkil ettiğinin bir kez daha farkına varıyoruz. Yusuf ile Kenan için küçük bir kırılma noktası gibi görünen bu olay aslında, hikâyenin tüm gidişatını etkileyen, onların hayatlarının geri kalanında nasıl yaşayacaklarına karar vermelerine sebep olan bir olay olacaktı. Belki Böcek bu hikâyenin en tarafsızı olsa da içinde bulunduğu ortam, yaşadığı çevre Yusuf ile Kenan’ı bambaşka bir dünyada, bambaşka kişilikler olarak ön plana çıkarmaya olanak sağlayacaktı. Artık onlar köyden yalnız başlarına gelmiş çocuklar değillerdi; sırtlarını dayayabilecekleri arkadaşları vardı, kimisinin arkadaşlığı çıkar üzerine kuruluydu, kimisinin arkadaşlığı ise sevgiye dayalıydı. Tam da bu noktada filmin beslendiği metaları değerlendirdiğimizde hikâyenin bize çocuklarının gözünden bir yozlaşmış toplum eleştirisi sunduğunu rahatlıkla söyleyebiliriz. Çıkar ilişkileri, siyasi kavramlar, hayatta kalma gayesi, para kazanma olgusu gibi ilk bakışta çocukların masumane olması gereken dünyasına uzak olan bu kavramlar, hikâyenin merkezinde aslında suçsuz olması gereken insanlar üzerinden bir suçu anlatma yolu olarak göze çarpıyor…
Filmi anlatılış tarzı ve seçtiği hikayeyi baz aldığımızda döneminin üstünde bir iş olarak da nitelendirebiliriz. Keza o döneme kadar beyazperde de görmeye pek alışık olmadığımız “sokak çocukları” kavramını, şairane bir dil ile işlemesi filmi türevlerinden ayırıp bir adım öne çıkarabilmeyi başarıyor. Burada yönetmen Ömer Kavur’un kendine has tarzıyla oluşturduğu dünyanın payını yadırgamak imkânsız. Yönetmenin, Yeşilçam melodramlarından farklı olarak daha soğuk bir atmosferde çektiği, mutluluk arayışından ziyade sokakların çetin kurallarını çocukların dilinden anlattığı film hem gerçeklik algısını zirvede tutmayı başarıyor hem de alışılmışın dışındaki anlatış biçimiyle Yusuf ile Kenan’ı ülke sinemasında çok ayrı bir yerde konumlandırıyor. Filmin başarısında payları büyük olan çocuk oyunculara ise ayrı bir parantez açmak gerekir. Günümüzde yaptığı işlerle hala popülerliğini koruyan Cem Davran, hikâyenin asi karakteri Yusuf ile Altın Portakal Film Festivali’nde “En İyi Çocuk” ödülü kazanmış olsa da dönemin siyasi şartlarından dolayı ambargo yiyen ödülün ona ulaşması 2011 yılını bulmuştu. Aslında bu bizlere, değersizleştirilmeye çalışan bir sinemanın gölgesinden ne denli başarılı işler çıkabileceğinin bir göstergesi… Hikâyenin kötü karakteri olarak ön plana çıkan Çarpık, aslında televizyonların efsaneleşmiş işlerinden Sıdıka’nın abisini oynayan Samim Saka’dan başkası değil. Hakan Tanfer’in kavgacı, hileci bir karaktere rol verdiği Çarpık kötülüğü bu denli temsil edişiyle hikâyenin artılarından olabilmeyi başarıyor. Filmde Yalçın Avşar ise; hayat verdiği Böcek karakteri ile her kesim tarafından sevilen ve takdir toplayan bir performansa imza atıyor. Böcek, hikâyenin tarafsızlığını ve naifliğini simgeleyen, olaylara uzak olduğu kadar içinde oluşuyla, yaşanan her gelişmeye hâkim tavrıyla ve bu karanlık dünyanın en güleç insanı olmasıyla ön plana çıkıyor. Yalçın Avşar’ın çocuk yaşta ortaya koyduğu performans, tüm bu gerilimin, yoksulluğun ortasında pırlanta gibi parlamayı başarıyor. Ömer Kavur’un oyuncu yönetimi konusundaki başarısı aslında bu noktada takdir toplayan bir başka konu haline geliyor. Yönetmen özellikle çocuk oyunculardan almayı başardığı yüksek performans ile filmin gerçeklik duygusunu bir seviye yukarı çıkarmayı başarıyor ve bu da filmi başarılı kılan bir başka unsur olarak ön plana çıkıyor.
Yusuf ile Kenan, salt bir politik bir film olmaktan çok daha fazlasını temsil eden; yoksulluğun, çocuk olmanın zorluklarını kendine has diliyle işleyen bir var olabilme mücadelesi. Çocukların gözünden tüm dünyayı merkezine yerleştirip; kan davası, çıkar ilişkileri, adam kullanma ve en önemlisi de siyaset gibi dünyada yeri olmayan tüm kötü olguları birer birer ortaya çıkarıp kör göze parmak sokmadan işlemeyi başaran film, hem Onat Kutlar’ın destansı kalemine hayran olmamıza olanak sağlıyor hem de bu denli yalın anlatı biçimiyle Ömer Kavur’u sinemamızda farklı bir yere konumlandırıyor. Bir İstanbul gerçeği olarak da nitelendirebileceğimiz Yusuf ile Kenan, tornacı çırağı Mustafa’nın da söylediği gibi korku ve yoksulluğun insana her şeyi yaptırabileceği bir dünya olarak ön plana çıkıyor…
Yazar: Polat Öziş