Yakın tarihin travmatik olaylarının gölgesinde kalan sayısız öykü zamanla, tarihin tozlu raflarından gün ışığına çıkıyor. Son birkaç sene içerisinde dijital platformların hızlı içerik üretme stratejileri ile ya unutulmuş ya hiç ortaya çıkmamış ya da bir efsane olarak anlatılmış fazlaca öyküyü izleme imkanı buldu seyirci. Pandemi sonrasında canlanmaya başlayan sinema salonları da bu furyadan geri durmayacaktır elbette. David Owen Russell’ın yönettiği ve başrollerinde Christian Bale, Margot Robbie ile John David Washington’ın yer aldığı Amsterdam adlı film, gizli bir örgütün 1930’lu yılların Amerika Birleşik Devletleri’nde kurmak istediği baskıcı rejim çalışmalarına karşı verilen mücadeleye odaklanıyor. Filmin, yaşanmış bir olaya her açıdan odaklanma gibi bir iddiası yok. Yer yer absürt öğelere kaçan genel akışı içerisinde tarihi bir dekor olarak kullanıp günümüz dünyasının güncel olaylarına atıfta bulunma hassasiyeti çok daha baskın geliyor. Karakterlerin biçimlendirilmesi de daha çok bugünün parametreleri ile olunca, retro öğelerle bezeli bir defile eşliğinde ilerleyen eğlence yönü ağır bir film haline geliyor Amsterdam.
Birinci Dünya Savaşı günlerde Fransa cephesinde tanışan Burt ve Harold savaş esnasında ağır yaralanarak hastaneye kaldırılırlar. Bu andan itibaren savaş sonrasında ülkelerinde dışlanan gazilerin trajedisine yönelik güçlü atıflar yapılacağı beklentisi oluşurken abartının dozu kaçırılıyor ve karikatürize hale getiriliyor her iki karakter. Hastanede tanıştıkları Valire de ekibe dahil olunca bu üç kişi, savaş ortamında hayatlarını yaşayan bir ekip oluşturuyorlar. Filme adını veren Amsterdam da, üçünün hatıra dolu günlerine eşlik eden yerlerden. Lakin izleyici Amsterdam’da yaşananları tam manasıyla öğrenemiyor. Savaş esnasında alınan ve de kalıcı hale gelen yaralar filmin kamera önündeki neredeyse tüm karakterlerinde mevcut. Fakat karakterler bu açıdan hazin bir görünümden oldukça uzak halde tasvir edildikleri için çizgi film karakterlerine evriliyorlar. Bu bağlamda, kadrajlar için tercih edilen açık ve parlak tonlar, özünde trajik ama dilinde mizahi bir anlatım için yerinde bir tercih haline geliyor. Tarihe ciddiyetin hüküm sürmediği gözlerle bakarken filmden doğal kopmalar yaşayabiliyor izleyici. Filmin ilk yarısında oluşan beklentilerin ikinci yarıda boşa çıkışı ile daha da katmerleniyor kopuşlar.
Potansiyelini heba eden filmin bu çizgisi, yıldızlar geçidi tadındaki kadrosunun topyekun azami performansa ulaşmasına da mani oluyor. Burt karakterine hayat veren Christian Bale, oyunculuk açısından filmin lokomotifi haline geliyor. Diğer karakterlerin bir adım ötesinde duran Bale’e filmin ikinci yarısında varlığı ile dahi heyecan uyandıran Robert De Niro da eşlik etse de filme ayırt edici değer katacak bir etki oluşamıyor ne yazık ki. Başarı ile anılabilecek hususlardan biri ise sanat yönetimi. Dikkat çekici bir ortam tasarımı, filmi tarih içerisinde tutan belki de tek faktör. Finale kadar zorlanarak ilerleyen film final anında iyiden iyiye çığrından çıkıyor ve bir tiyatro temsili haline geliyor. Absürt bakış açısının da ötesine geçen final anı, bir boşvermişliğin su yüzüne çıkışını ifade etmekten öteye geçemiyor. Amerika’da son yıllarda yaşanan bazı siyasi ve toplumsal olayların yansımalarından izler barındırmak isterken ciddi şekilde çuvallıyor film. Kapanış jeneriğinde yayınlanan, döneme ait gerçek konuşma görüntüsünün ise hiçbir önemi kalmıyor.
İki saati aşan süresi boyunca izleyicisine ciddiyetin kıyısından dahi geçmeyecek şekilde seslenen Amsterdam, sahip olduğu malzemeyi hoyratça kullanan bir film. Tarihe absürt açılardan bakmanın maruz kalabileceği tuzaklara düştüğü için de güncelin içinden geleceğe taşma potansiyelini kendi elleri ile yok ediyor.