Aynı eksenin etrafında dönen filmlere sıklıkla rastlıyor olsak da sahip olduğu tempo ve ritmin düzeyine göre ya ayılıp bayılıyoruz ya da ilk kez izliyormuşçasına eşlik ediyoruz. Fransız yönetmen Dominique Rocher’in son filmi “Gece Dünyayı Yuttuğunda” (La Nuit A dévoré Le Monde), bilinen hikâyenin her izleyici için farklılaşabilecek türden bir yorumu. Kişisel eşyalarını almak için uğradığı evde uyuyakalan Sam, yeni günün sabahında Paris sokaklarının tanınmaz bir çehreye büründüğüne tanıklık eder. İlerleyen günlerde artık bambaşka hüviyete sahip bir dünyanın yabancısı az sayıdaki insandan biri olarak hayatını sürdürme gayretine girer.
Filmin açılışında tasvir edilen parti ortamındaki karakterler Sam için oldukça iticidir. Kendisine ait olanları alıp hızla uzaklaşmak ister. Sevgilisi (ya da eşi) ona, bir müddet beklemesini söyler ve yalnız başına bir odaya girer. Oda kapısının ardındaki kendinden geçmiş insanların mevcudiyetinden kendisini korumuş olur bir nevi. Uyuyup kaldıktan sonra yeni günün sabahında evdekilerin ve tüm Paris’in birer zombi olduğunu görür. Debdebeli gecedeki herkesten korunmuş ve zombi olmaktan kurtulmuş olsa da az sayıda insandan biri olarak yeni ortamda hayatta kalma mücadelesi verecektir.
Sam ve insan olarak kalmayı başaran azınlığın aksine diğer herkesin birer zombiye nasıl dönüştükleri konusunda anlaşılır emareler gözükmüyor. Bir oldu bitti şeklinde yaşanan dönüşümün kimleri veya ne tür karakterleri kapsadığına dair net işaretler görülemiyor. Haliyle neden ve nasıl soruları havada kalıyor. Dış çevrenin radikal bir şekilde farklılaşmasına karşın Sam, yaşanması beklenen travmanın kıyısından dahi geçmiyor. Ebeveynlerin evi kendisine bırakması tadında bomboş evlerde bir müddet yalnızlığın tadını çıkarıyor tabir yerindeyse. Bir müddet sonra girdiği bunalım ortamı ise kimsesizlikten ziyade tükenen besin kaynaklarının etkisi olarak gözlemleniyor.
Yalnızlık kavramı iyiden iyiye hayatının ana eksenine oturmuşken Sarah adlı bir kadın giriyor hayatına. Hayaller ve gerçekler arasında gidip gelen bu ilişki uzun soluklu kararlar için etkili oluyor. Bununla birlikte televizyon, radyo ya da internet gibi kitle iletişim araçlarının hiçbirisini kullanmıyor Sam. Herhangi bir sinyalin varlığı veya yokluğundan da haliyle haberdar olamıyoruz.
Filmin tüm bu zaaflarına rağmen zombi filmlerinin o alışılageldik kurtarma/kurtarılma operasyonları ile güvenlik güçleri ortalıkta görünmüyor. Sam tek başına ayakta kalma mücadelesi verdikçe doğrudan onun hayatına odaklanma imkanı buluyor izleyici. Haftalar geçtikçe yaşadığı fiziksel ve (kısmen) psikolojik değişim daha yakından seyrediliyor. Karşılıklı mücadelelere nadiren tanıklık ediliyor olmasından ötürü temposu ağır bir film olsa da açılış ile finalin sahip olduğu aksiyon kaydedilmeye değer. Ara kesitte yaşananlar ise filmi oldukça durağan hale getiriyor. Aksiyonun başlama ve bitiş anlarını doğuran olayları neredeyse tüm korku filmlerinde gözlendiği gibi ana karakterin merak duygusunun tetikliyor.
Devamlılık hatalarına kısmen rastlanıyor olsa da filmin esas sıkıntısı kurgu. Aceleye getirilmiş hissini doğuran bölümleri, başarılı sayılabilecek sanat yönetiminin performansı kurtarıyor. Nadiren kullanılan müzik, hikâyenin ana omurgasını gözlemlemek için fırsat olsa da tempodaki kırılganlığın etkisi fazlaca hissediliyor.
Gece Dünyayı Yuttuğunda, bilineni fazlaca makyaj odasına almadan, bireysel bazda ele alan ve iddialı bir söylem sahibi olmadığını belli eden türden bir yapım. Türün meraklıları için.