Ridley Scott’ın pandemi nedeniyle gösterimi 20 ay ertelenen yeni filmi Son Düello / The Last Duel, nihayet vizyona girdi. 14. yüzyıl Fransa’sında geçen yapımda tüm Fransız karakterlerin İngilizce konuşması bir yana, Fransız oyuncu var mı, ondan bile emin değilim. Zaten artık kimse böyle şeyleri umursamıyor sanırım.
Scott’tan beklendiği gibi epik bir film var karşımızda. Tüm detaylar özenli, dönemin atmosferini yaratırken büyük emek harcanmış ve kısa planlarda bile prodüksiyonun büyüklüğü hissediliyor. Özellikle finaldeki düello sahnesinin gerilimi ve araya serpiştirilen savaş sahneleri, 84 yaşındaki ustanın formunu koruduğunun ispatı. Yıldızlarla süslü oyuncu kadrosu da 2 saat 32 dakikalık filmin süresini hissetmememizi sağlıyor.
İki eski dostun ölümüne düellosundan bir parçayla açılan film hemen geriye dönüp odağına Matt Damon’ın canlandırdığı Jean de Carrouges karakterini alarak hikayesini anlatmaya başlıyor. Namını önemseyen, güçlü, mert, sadık ve iyi bir savaşçı o. Varisi olmadığı için zengin bir adamın kızıyla evlilik yaparak hem yuvasını kuruyor hem de maddi sorunlarını aşıyor. 45 dakika boyunca onun ne kadar düzgün bir insan olduğunu, nasıl da her şeyi doğru yaptığını, karısını ne de çok sevdiğini ve tüm ilişkilerinde nasıl da özenli olduğunu gördükten sonra film kopup başa dönüyor ve eski dostu yeni düşmanı, Adam Driver’ın hayat verdiği Jacques Le Gris karakterinin gözünden bir kez daha izlemeye başlıyoruz aynı olayları. Ve anlıyoruz ki gördüklerimiz sadece Carrouges’un yorumundan ibaretmiş, o kadar da harika bir koca değilmiş.
Scott ikinci bölümde aynı sahneleri ufak farklarla bir kez daha sunuyor ve bu bir saatte Le Gris‘in pek sevilesi bir insan olmamakla birlikte her şeyi aşkı için yaptığını anlatıp durarak kendini haklı çıkarma çabasını izliyoruz. Carrouges kadar düzgün olmayan Le Gris’i haklı bulmasak da onu anlamaya çalışıyoruz. İkinci perdenin “bakış açısı kişiye göre değişir” ve “tek doğru yoktur” demek için haddinden fazla zaman harcadığını ve bariz suçlu Le Gris’i en azından kendi vicdanında aklamak için ilk perdenin dinamizmini baltalandığını düşünüyorum. Ve bu şekilde de bir saat geçirdikten sonra sıra aynı olayları kadın karakterin gözünden izlemeye geliyor.
Üçüncü perdeyi başlatan yazıda tarafını açıkça belli ediyor film. Asıl gerçek, Marguerite’nin anlatacakları diyor. Ve elbette yine başa dönüyor; mal gibi alınıp satılan, damızlık olarak kullanılan, arkadaşlarıyla şakalaşması, evden çıkması bile yasak bir kadın olduğunu öğreniyoruz aslında. İki erkeğin de gözüne görünmeyen hesaplama becerisini, çiftliği çekip çevirmedeki ustalığını ve kadınlığını daha iyi anlıyoruz. Erkeklerin bir ev süsü ya da cinsel arzu nesnesi olarak gördüğü Marguerite’nin iç dünyasına dalıyoruz.
Benim için Son Düello son perdede hızla irtifa kaybetti. Ben Affleck ve Matt Damon’ın senaryosu, kadın haklarını savunma çabasına girdikleri son saatte yapaylaştı, ezberleri tekrarlamaktan öteye gidemedi ve itici bir hal aldı. #metoo rüzgarından faydalanmaya çalışan samimiyetsiz işlerden çok sıkıldım. Orijinal bir şey söylemeden, kadın bakış açısına sahip olmayan erkeklerin, kadınları Hollywood filmleriyle kurtarma çabasından hoşlanmıyorum. #metoo kılavuzundaki 10 maddeyi de eksiksiz işleyen Damon-Affleck ikilisinin bu Kadın Hakları 101 seviyesindeki çabaları dev yapımı yerle bir etti benim gözümde ve girdiği her işten alnının akıyla çıkan Ridley Scott’ın enerjisini bu basit senaryoya harcamasına üzüldüm. Hollywood’da çalışan herhangi bir yönetmen bu filmi aşağı yukarı bu şekilde kotarabilirdi, Scott’a gerek yokmuş.