Toplumsal ve geleneksel baskılar hakkında sürükleyici bir sosyal drama olan Amjad Al Rasheed’in filmi ‘İnşallah Erkek Olur’ boyun eğme duvarlarını eşini yeni kaybetmiş bir kadının üzerine örmeye başlıyor.
Söz konusu toplumda talihsiz durum ve koşullar altında işini, evini, çocuğunu, onurunu, erkek çocuğu olmayan yalnız bir annenin elinden alabileceklerini gösteren film, Cannes’da eleştirmenler haftasında resmi gösterimi yapılan ilk Ürdün filmi oldu.
Al Rasheed’in filmi, Nawal’ın içinde yol alması gereken labirentin Ürdün toplumsal düzeniyle birlikte insaniyet ve merhamet yoksunluğundan ibaret olduğunu ifade ederken kaçış gerilimine dönüştürülmüş sosyal gerçekçi bir dramı gözler önüne seriyor. Bu anlatımdaki düzen, kendilerini buldukları tehditkâr baskılardan kurtulmaya çalışan her kadının düzen tarafından yerleştirilmiş çıkmaz sokaklardan birine çarparak tükenmesini sağlamak üzere tasarlanmış devasa bir bürokratik, ataerkil labirent olarak işleniyor. Bununla birlikte insaniyet ve bu sistemdeki adaletsizlikler filmde yas başlığı altında dile geliyor.
Bir sabah eşinin aniden ölmesiyle şaşkınlık ve kedere sürüklenen Nawal, başlangıçta ne kadar çekingen olsa da hakkı olduğunu bildiği birkaç şeyden kolayca vazgeçecek bir karakter olarak tasarlanmamış. Nawal, Amman’da mutfağını farelerle paylaştığı küçük dairesi, kızı Nora’nın velayeti ve kullanamadığı ama belki de kendisinin bile anlamadığı nedenlerle inatla satmayı reddettiği bir kamyonetle yeni dünyasının yolculuğuna başlar.
Yeni dünyasında olaylar vefat eden eşinin kardeşi Rıfkı’nin varlığından haberdar dahi olmadığı bir borcu ararken İslami miras yasaları nedeniyle yakında Nawal’ın evine ve kızına sahip olmak istediğini ilan etmesiyle yokuşa sürüklenir.
Evi üzerinde hakka sahip olduğunu belgelerle kanıtlayamayan, eşinin maddi yokluğuyla birlikte manevi sadakatinin de olmadığının farkına varan, kendini varlık değerini ve hayatı boyunca dayandığı inancını zedeleyecek bir durumda bulan karakterle beraber izleyici, bu şartlara ve Nawal’ın en yakınlarından gördüğü merhametsizliğe eşlik eder. Nawal’ın etrafındaki alışılmış sıcaklık ve güven duygusunun aniden soğuk ve düşmanca bir ortama yerini bırakması, seyirciyi de karakterin sıkıştığı bu zor sınavın bir parçası haline getirir.
Zayıf Nawal’a her zaman biraz fazla yakın duran açgözlü, zorba bir kabadayı olan Rifqi, ailenin koruyucusu gibi davranırken, Nawal’ın kızı Nora’nın velayetini almak için de dava açar. Nawal’ın tek evladı kız olduğu için babasının varisi olamaz, Nawal da erkek bir evladı olması gerektiğine karar verir. Bu karar Nawal’ı ve bebeğini istemeyen hamile Lauren’i umutsuz bir plana sürükler. Bu noktada yönetmen hayatın farklı kesiminden, farklı inançlara ve hassasiyetlere sahip bu iki kadını bir araya getirir. Maddi yeterliliğe sahip ve Katolik oluyor oluşu ona sosyal statü olarak hiçbir getiri sağlamadığı gibi eşinden şiddet gördüğü gerçeğini de ortadan kaldıramayan Lauren, annesi de dahil kimseden destek göremez. Annesinin de öğütlediği gibi ondan önce nesillerce kadının yaptığı gibi kimseye hiçbir şey söylememesi gerekir.
Bir mucizeye ihtiyaç duyarken tamamen yalnız kalan bu iki kadın üzerinden, yalnızca bireye değil topluma da verilen bu hesap edilemez zararı, ilke ve becerilere sahip olan kadınların başkalarının sahip olduğu temel insan haklarının azımsanamayacak bir kısmı için sarf ettiği uğraşı film gözler önüne seriyor.
Feminist eğilimleri ağırlıkta olan bu film, sosyal yargılarla toplum içinde hayatları toplumun kabul ettiği normların dışında seyredenlerin boyun eğmesinden faydalanan kişilerin, bu döngüyü beslemekten geri durmayacaklarını gösteriyor. Ezilen ya da ezildiğini düşünenlerin bazen direnmek yerine nasıl ve neden eğilmeyi seçtiklerini kendi üslubu ile aktarıyor.
‘İnşallah Erkek Olur’ ile Al Rasheed’in bu temsili draması sadece Ürdün’de değil, kız çocuğunun, kadının, devlet, ekonomi, aile ve kültür için taşıdığı doğal değeri tanımayı reddeden tüm toplum ve inanışlarda reform çağrısının odak noktası haline gelebileceği bir umudu gün yüzüne çıkarmak niyetinde.
Filmde biçimlendirilen başrol doğru yolu göz eden inançlı yapısıyla izleyiciye tanıtılsa da Nawal’ın bildiği doğruların sıkıştığı çıkmazlarda sarsıldığını, korunduğu örtüsüyle birlikte gerektiğinde sığındığı yaratıcısının razı gelmediği yollara başvurduğunu görürüz.
Karakterlerin iyiliği, kötülüğü üzerine odaklanmaktan ziyade, kendi hayatının kontrolünü eline almak isteyen birinin bunu yapamadığı bu sistemde filmde gördüğümüz herkes biraz kötü, biraz acı içinde, bir miktar çaresiz ve dengesiz. İslami kuralların getirileriyle çıkmaza giriyormuş gibi yansıtılan, sıkıntılarına şahit olduğumuz karakterin çevresinde yaşadığı dertlerin hepsi esasen bu kuralların ahlaki, insanı ve medeni yetersizlikten uzak olmasından doğar. Asıl olarak ifade edilmeye ve vurgulanmaya çalışılan eşitsizlik sıkıntıların sorumlusu sayılan şer’i kuralların olması gerektiği biçimde uygulanmamasıyla insanlığın liyakatsiz doğasından kaynaklıdır.
Kocalarının, bu düzende yetiştirilen olgunlaşmamış yetişkinlerin günahlarıyla zor durumda kalan yalnız kadınlar değil birçok insanın girdiği bu gibi çıkmazların perdede yansımasını Cannes gibi herkesin başını sallayıp onaylamaya ve bir sonraki filme geçmeye eğilimli olduğu festivallerle birlikte yasadan ve ahlaki değerlerin temelinden gerçekten etkilenen topluluklarda da izlenmesini sağlamaktır.