Hayal gücü ne zaman başlar? Ne zaman bulunduğumuz evrenin sınırlarını düşünmeye başlarız? Zaman kavramı bizim kontrolümüz altına girebilir mi? Bu ve benzeri pek çok cevaplanması zor soru her zaman insan aklını kurcalamıştır ve kurcalamaya devam edecektir. Peki ya bunları sizin yerinize düşünen biri olduğunu söylesem nasıl karşılarsınız?
30 Temmuz 1970 doğumlu Christopher Nolan henüz ilk kısa filmini çektiğinde yedi yaşındaydı. Eşzamanlılık kavramına takıntı derecesinde kafayı takmış olan Nolan, bulduğu her fırsatta bunun üzerine deneysel kısa filmler çekti. Zamanda bükülme ve paralel evren gibi bilimsel konuların yanı sıra, bilinçaltı ve rüya gibi son derece kompleks olayların üzerine kafa yormaya başladı. Doodlebug isimli en etkileyici ve sarsıcı kısa filmini çektiğinde henüz 27 yaşındaydı. Bu beş dakikalık kısa filmin tasarımında bile, daha sonra çekeceği Inception’ın kalıntılarını görmek mümkündür.
Nolan, ilk uzun metraj filmine hazırlanırken, evi hırsızlar tarafından soyuldu. Kimin hangi nedenden dolayı kendini soymak isteyeceğini düşündü. Bunun üstüne günlerce kafa yordu, bu olayı beyninde tekrar ve tekrar yaşadı. Kendi zihnini onu soymak isteyen insanların yerine koyup, empati duygusunu geliştirmeye ve onlar gibi düşünmeye çalıştı. Bu analizler sonucunda 1998 yılında ilk uzun metraj filmi olan ‘’Following’’ ortaya çıktı. Eser, çok iyi bir ‘’ilk film’’ olma özelliği taşıyordu. İnsanların evine onları analiz etmek için girip çıkan bir yazarı anlatan filmin senaryosunu nereden bulduğunu anlamak pek güç olmamalı!
Nolan, bu başarılı ilk filmin ardından kafasında merak ettiği soruların cevaplarını aramaya devam etti ve kendi hayal gücünün sınırlarını kendi belirlemeye başladı. Gelecekte çekmek istediği filmlerin senaryosunu kendi içselleştirmiş olduğu merakla harmanladı. 2000 senesine geldiğimizde ortaya adeta bir kurgu başyapıtı olan Memento ile karşımıza çıktı. Memento, sekans planlaması ve kurgu dizilişi olarak o kadar dehasal bir üsluba sahipti ki geçen onca seneye rağmen hala bunun üstüne aynı tarzda bir film geldiğini söyleyemeyiz. Nolan, bu filminde basit ve kompleks bir yapıya sahip olmayan senaryoyu tersten tasarlayarak bizlere kendi bilinçaltının ne denli sınırsız bir dizayna sahip olduğunu ispatlıyordu. Kendi zihnine giriş anahtarını elleriyle bize uzatıyordu adeta. Nolan, 2002 senesine geldiğimizde bir Norveç filmi olan Insomnia’nın yeni versiyonunu çekti. Başrollerde Al Pacino ve Robin Williams’ın olduğu film o zamanlar vasat üstü olarak kabul edilse de daha sonra Nolan çekeceği birbirinden iyi filmler ile kendi filminin çıtasını düşürecekti.
2005 senesinde kendi kariyeri için oldukça yüksek sayılabilecek bir risk aldı ve en fazla sevilen süper kahraman olan Batman’in hikâyesini yeniden beyazperdeye uyarladı. Nolan’ın bu projede çok büyük bir avantajı ve dezavantajı bulunuyordu. Avantajı şuydu; Batman filmleri (Tim Burton hariç) kalite olarak yerlerde sürünüyordu. Dc Comics eseri olan bu süper kahraman, beyazperde de bir türlü istediği çıkışa erişememişti. Dezavantajı ise daha bu yaşta çok büyük bir kredi kaybetme olasılığıydı. Çok büyük soru işaretleriyle 2005 senesinde gösterime giren ‘’Batman Begins’’, umulanın ve hayal edilenin fersah fersah üzerinde bir başarıyla karşılandı. Nolan, bütün eski Batman yapımlarını silerek ortaya sıfırdan bir yapı meydana getirmişti. Yeni Batman eskilerinin aksine daha karanlık, mizaç duygusundan yoksun ve ulaşılması zordu. Film, Bruce Wayne’in ailesinden ayrı büyümesini ve bunu Batman olarak yaşadığı süper-anti kahraman hayatında nasıl bir içselleştirmeye dönüştürdüğünü olağanüstü bir şekilde bizlere anlatıyordu. Nolan, gelen bu başarı üzerine yeni Batman filmlerinin kaptanı pozisyonuna çoktan geçmişti bile.
2006’ya geldiğimizde ise Nolan, bizlere o ana kadar olan en büyük hediyesini bırakacaktı. Yeni Batman Christian Bale ve karizmatik aktör Hugh Jackman’ın başrolünde oynadığı ‘’The Prestige’’ kuşkusuz Nolan filmlerinin en iyilerinden birisi olarak kabul edilir. Film baştan aşağı ‘’mükemmel’’ kavramlar ile doludur. Konunun işleyişi sırasında usta bir şekilde olay içerisine yedirilen Tesla ve onun hayal gücünden tutun, senaryoda yaratılan saf intikam duygusuna kadar her şey o kadar kusursuzdur ki filmin final sahnesinde sadece açık kalan ağzınızı kapatacak birini ihtiyaç duyarsınız. The Prestige, şüphesiz Nolan’ın o ana kadar ki en büyük zaferi oldu. Gerek oluşturulan kurgu başarısı gerekse senaryonun oldukça zeki bir dokunuşa sahip olması tüm eleştirmen ve seyircileri mest etmiş durumdaydı. Nolan kariyerinin zirvesinde miydi? Çekebileceği en iyi film bu muydu? The Prestige ile yarattığı üst sınırı geçebilecek miydi?
2008 yılında vizyona girecek olan bir süper kahraman filminin sinema tarihinde nasıl bir devrim yaratacağını kimse tahmin etmedi, edemedi. ‘’The Dark Knight’’ gösterime girdiğinde o kadar büyük bir sükse yaptı ki ilk filmin başarısını hatırlayan pek kimse kalmadı. The Dark Knight, o seneye kadar çekilen süper kahraman filmlerini bırakın tüm sinema tarihinde bir mihenk taşı oldu. Altyapısı ilk filmde oldukça sağlam bir şekilde oluşturulan Batman karakterinin Joker ile yaşadığı içsel hesaplaşma ve bu ikilinin aslında birbirine ne kadar muhtaç olduğu o kadar ustaca bize aktarıldı ki seyircinin filmi kucaklaması pek de uzun sürmedi.
The Dark Knight’ın en büyük başarısı iyilik-kötülük kavramlarının aslında ne kadar iç içe ve elastik bir yapıda olduğunu bize kusursuz bir dilde anlatmasından kaynaklanıyordu. Batman iyi bir karakterdi ama kendi dünyasında Joker’e karşı olan zaafı ve zayıflığı onu sanıldığı kadar kusursuz ve güçlü kılıyor muydu? Heath Ledger’ın müthiş bir performansla yarattığı Joker karakteri acaba Batman’i daha iyi bir insan olmaya mı itiyordu yoksa ikilemlerle dolu bir hayata mı? Bunun gibi nice ‘’yenilik’’ barındıran öğelerle birlikle ‘’The Dark Knight’’ hala üstüne konuşulan ve bunu hak eden filmlerden biri oldu.
Çıtayı her yeni yapıtında daha da yükseklere kuran Nolan, 2010 senesine geldiğimizde karşımıza Leonardo DiCaprio’nun başrolünde olduğu ‘’Inception’’ ile çıktı. Rüya, benlik ve bilinçaltı gibi son derece karışık ve hala çözülememiş olaylara sırtını dayayan Nolan, kafasında merak ettiği konuların ipuçlarını bize vermeye devam ediyordu. Rüya kontrolü (astral seyahat) gibi senelerdir tartışılan bir konuya ‘’rüyada başka birinin zihnine fikir ekme’’ gibi son derece yaratıcı ve iddialı bir sav ekledi. Inception, aslında bize sinemanın ta kendisini anlatıyordu. Uyanıkken rüya görebilir miyiz? Şu an bu satırları okuyan siz değerli okuyucular ya bunu benim size aşıladığım bir fikir ile yapıyorsanız ve bundan hiç haberiniz yok ise…
Inception, insanoğlunun yaradılışından bu yana hala en gizemli ve ilgi çekici konu olma özelliğini taşıyan ‘’rüya-bilinçaltı’’ uyumunu mükemmel bir kurguyla anlatıyordu. Filmde katman katman işlenen ve olabildiğince zor bir yapıya sahip olan senaryo, Nolan’ın kişisel soru ve sorunlarından oluşuyordu. Rüyalarımızı kendimiz tasarlama şansına sahip olsaydık o rüyadan uyanmak ister miydik? O dakikadan sonra bu dünya artık bizim için ilgi çekici olur muydu? Inception ile gelen muazzam başarıdan sonra Nolan, 2012 senesinde yönetmiş olduğu ‘’The Dark Knight Rises’’ ile kendi yaratmış olduğu efsanevi Batman üçlemesini sonlandırdı. Film, bazı yönlerden The Dark Knight’ın başarısı altında kalsa da Nolan, serinin kontrolünü bir an bile kaybetmeden gemisini karaya oturtan kaptan edasıyla üçlemesini kusursuza yakın bir şekilde bitirmiş oldu. Batman serisi, çizgi roman-süper kahraman filmlerinde çıtayı öyle bir yere taşıdı ki gelecek yıllarda bunun üzerine çıkmak oldukça zor görünüyor. Yaratılan insancıl, zayıf ve kaybedebilen Batman, Christian Bale tarafından müthiş bir kompozisyon ile biz sinemaseverlere aktarıldı.
2014 senesinde zaman kavramına adeta ‘’takık’’ olan Nolan yeni bir bilim kurgu film ile karşımıza çıktı. Interstellar, bizlere yine Nolan’ın kendi kafasındaki soru işaretlerini ve ‘’ya olursa’’ hipotezlerini anlatan bir filmdi. Solucan deliği, paralel evren, zamanda bükülme ve üç boyut ötesini son derece ustaca kurgulamış bir şekilde karşımıza çıkaran Nolan belki Interstellar ile sıfırdan bir şey anlatmıyordu ama bizlere ‘’bence o iş öyle değil böyle’’ mesajını gayet net veriyordu. Tüm bilim kurgu yapısına rağmen dram ve empati gibi iki duyguyu içerisinde son derece güzel eritip seyirciye aktarabilen Interstellar kuşkusuz oldukça başarılı bir film olarak sinema tarihinde kendisine yer buldu.
Değerli okuyucular, siz bu satırları okurken Christopher Nolan gelecek sene tamamlayacağı film olan ‘’Dunkirk’’ için mekân arayışında bulunuyor. İkinci Dünya Savaşını konu alacak filmde bu sefer Nolan’ın beynindeki ‘’savaş’’kelimesinin karşılığını öğrenmiş olacağız. Kıvrımlarını sonuna kadar kullanmaktan çekinmeyen Nolan ‘’yaratıcılık’’ krizinde olan Hollywood’un son yıllardaki en güvendiği oksijen maskelerinden biri olma özelliğini taşımaya devam edecek gibi görünüyor. Bizlere düşen tek görev ise kendimizi Christopher Nolan-Hans Zimmer dünyasının çekici ve karanlık kollarına bırakmak olacak gibi. Ne diyelim; umarım yönetmenimiz kişisel soru ve sorunlarını uzun bir süre daha çözemez ve biz sinemaseverler son derece yaratıcı ve üzerine derin derin düşünülmüş filmler izlemeye devam ederiz.
Yazar: Nebi Salih Küçük