Söz Kısa Filmcilerde röportaj serisinin 49. haftasından herkese merhaba. 58. Antalya Altın Portakal Film Festivali’nde yarışan filmlerle devam ettiğimiz yolculuğumuzda bu haftaki yol arkadaşımız Göl Kenarı filminin yönetmen ve senaristi Aziz Alaca olacak. Başrollerinde Rugül Serbest ve Mahir Berkant Varol’un yer aldığı Göl Kenarı, küçük bir kasabada varlıklı bir ailenin kızı olan Leyla’nın hamile olduğunu öğrenmesinin ardından bu haberi erkek arkadaşı Fatih ile paylaşma çabasını anlatıyor.
Göl Kenarı ile İran Sineması’ndan esintiler taşıyan bir iş ortaya koyan Aziz Alaca ile gerçekleştirdiğim bu röportajda filmi, hikayesi, çekimleri, gelecek hedefleri ve merak ettiğim başka noktaları da konuşma fırsatı buldum.
Herkese keyifli ve ilham veren okumalar.
Film hakkında konuşmadan önce ilk olarak sizi tanıyalım. Kimdir Aziz Alaca?
İTÜ bilgisayar mezunuyum. Üniversite yıllarından hatta lise zamanlarından beri sinemayla çok ilgiliydim. Uzun öğrencilik yıllarımda sinema kulübümüze başkanlık da yapmış aktif bir üyeydim. O dönem Film Yönetmenleri Derneği’nde Hüseyin Kuzu, Semir Aslanyürek, Uğur İçbak, Ömer Kavur gibi önemli isimlerden eğitimler aldım. Sonrasında 10 yıl kadar Almanya’da yaşadım. Burada da yine bulunduğum şehrin amatör sinema çevreleri ile çeşitli çalışmalarım oldu. 2012’de dönerek Ankara Film Evi’ni kurdum. Reklam ve tanıtım filmleri yanında kısa ve belgesel çalışmalarımıza hız verdik son birkaç yıldır. 2019 da Germiyan’ın Renkleri belgeseli ile Boğaziçi, Antalya, TRT gibi festivallere katıldım. 2020’de BluTV için 4 bölümlük Ankara Havası belgesel dizisini çektim. Yine 2020’de deneysel kısa The Artist filmim Marmaris, İzmir, Seattle, Girona gibi festivallere seçildi. 2021 yapımı Göl Kenarı, benim açıkçası ilk ciddi, biraz bütçeli ve bir ekiple -8 kişi- çektiğim ilk filmim oldu.
Filmin yazım, hazırlık, çekim ve post prodüksiyonu ne kadar sürede tamamlandı?
Ortalamanın çok çok üzerinde bir hızda bu süreçleri tamamladım. Aynı isimli bir uzun metraj senaryom vardı 2018’de yazılmış. Oradan bir bölümü 2021 Nisan ayında tekrar tasarlamaya başladım. Mayıs ayında Ali Asgari ortak yapımcı olarak katıldı. Yine İranlı olan görüntü yönetmeni, sesçi, kurgucu arkadaşları dahil ettik. Bu arada bunların tümünü Instagram’dan tanışarak yaptım. Derdinizi doğru anlattığınızda işlerin çok hızlı yürüyebildiğini gördüm. Haziran ayında Antakya’da çekim mekanlarına iki günlük bir gezi sonucu karar verdik. Ali Asgari’nin yönlendirmeleri ile senaryo son halini aldı. Temmuz ortasında çekimler beş günde bitirildi ve ağustos ortasında filmi Antalya Altın Portakal Film Festivali’ne göndermeyi başardık.
Filmin ortaya çıkış hikayesi nasıl gerçekleşti? Kurgusal yönü mü daha ağır yoksa gerçek hayattan esinlenerek mi oluştu?
Film tamamen kurgu. Ben dramatik yapıyı çok belirgin kurmayı tercih ederim öyküde. Bir genç kadının da oturmamış bir ilişkisinde beklenmedik bir hamilelik olayını yaşaması iyi bir baskı unsuru olarak aklıma geldi. Baskı varsa dramatik yapı daha rahat algılanabilir olur fikrindeyim. Yani direkt çevremden birini gözlemlemedim ama bir kadın için çok zor bir durum olabileceğini tasavvur edebiliyorum.
Küçük bir kasabada varlıklı bir ailenin kızı olan Leyla’nın hamile olduğunu öğrenmesinin ardından bu haberi erkek arkadaşı Fatih ile paylaşma çabasını izliyoruz. Filmi bu yönüyle tam anlamıyla bir “kadın hikayesi” olarak kategorize edebiliriz. Bir erkek olarak kadın hikayesi anlatma konusunda tereddütler yaşadınız mı?
Açıkçası yaşamadım. Bir yetişkin olarak bir çocuk hikayesi veya 21. yüzyılda yetişmiş biri olarak Roma döneminde geçen bir öykü de anlatabiliyoruz. Kadınlar, hamilelik, küçük şehir gibi kavramlar zaten her gün ve her an yanımızda. Özellikle bir kadın hikayesi tasarlamadım, bu okulu bırakıp sinemacı olmayı babasına söyleyemeyen bir (erkek) üniversite öğrencisi de olabilirdi.
Küçük bir kasabada kadın olmanın çeşitli zorluklarını yaşıyor Leyla. Bunu da kasabayı gezdiği kısa süre boyunca rahatlıkla görebiliyoruz. Leyla’nın hem ilişkisinde hem de yaşadığı yerde bir sıkışmışlık içinde olduğundan söz edebilir miyiz?
Çok tercih etmem. Kelime olarak “sıkışmışlık” her 10 festival filmi yönetmeninin 5’inin filmini yorumlarken kullandığı bir kelime, biraz pelesenk olmuş durumda. İlla benzer bir durum anlatılmak isteniyorsa bile başka bir retorik denenmeli. Onun da ötesinde filmlerin bir durum, toplumsal sorun, bir travma etrafında şekillenmemi gerektiğini düşünüyorum. Sinema sanatı öykü anlatıcılığı geleneğinin bir devamıdır bence ve ana malzemesi insandır. Yani Göl Kenarı, küçük bir kasabada sıkışmış bir kadının öyküsü değil, Leyla’nın öyküsü olarak algılanmasını tercih ediyorum. Ama Leyla da bir sıkışmışlık yaşıyor olabilir.
Leyla konuşmasıyla, modern giyim tarzıyla ve kullandığı arabayla varlıklı bir ailenin kızı olarak kasabada yaşıyor. Onu kasabada tutan faktörün erkek arkadaşı Fatih ile sınırlı olmadığını söyleyebiliriz. Leyla kasabadan neden kopamıyor? Onu orada tutan şey ne?
Açıkçası bilmiyorum. Onu kasabada tutan şey ne? Ama onu büyük şehre çağıran şey ne olabilir onu da bilmiyorum. Leyla’nın erkek arkadaşı ile yaşadığı bu problemi nasıl çözeceğini de bilmiyorum. Hayatımız bazen bize sert kararlar almamızı önerir ama bu her zaman sert kararlar alabileceğimiz anlamına gelmez. Bunun doğruluğunu ya da yanlışlığını da tartışmıyorum. Her bireyin çözümleri farklı ve özgün olabilir, boyun eğmek de bazen, hatta çoğu zaman bir çözüm olabilmektedir.
Leyla’nın kasaba içindeki gezintisi, sokaklar ve sosyal yapı filme İran sinemasından bir tat katmış. Bu tercihiniz bilinçli mi gerçekleşti yoksa hikayenin yapısı ve gelişimi mi bu atmosferi yaratmada etkili oldu?
Bu isteyerek kurduğumuz bir atmosfer. İran filmlerinin belgesel ve gerçek tadını çok beğenirim. Net bir iyi veya kötü koymaz, sert karakterler koymaz, tercihleri net ifade etmez… Bu anlamda seyirciye geniş bir hareket alanı bırakır. Bir tezi savunmaktan çok bir insanın öyküsünü gözlemci bir göz gibi sadece aktarır, yorumlamaz. Biz de Ali Asgari ile beraber ilk versiyondaki bazı sert, gereksiz, sahte unsurları attık, senaryoyu tekrar tekrar yazdım bu amaçla. İran Sineması çok basit görünen ama çok kurallı bir sinema. Sahte tepkileri kabul etmez, sahte, dramatik motivasyonları kabul etmez, kamera sürekli insan gözü hizasındadır, çok geniş veya çok dar açı kullanamazsınız, dramatik etkiyi artırıcı müzik, efekt kullanamazsınız. Bu haliyle bir parça Dogma Akımı’na benzetirim. Elinizdeki tek malzemenin öykü, oyuncular olan “saf” bir sinemadır. Buna yaklaşabildiysek amacımıza bir parça da olsa ulaşmışız diye düşünüyorum.
Film diyaloglardan ziyade görselliği ile ön plana çıkıyor. Diyalogların daha kısıtlı olduğu bir hikaye anlatımı size ne gibi sorumluluklar yükledi ve bunu nasıl aştınız?
Filmin genel atmosferi ve ifade biçimini “düşük kontrastlı” diye tanımlıyorum. Yani Leyla’nın hali vakti yerinde bir aileden olduğunu ifade etmek için bir sahne koymadık, sadece yaşadığı evin dekorunu gördüğümüz 10–15 saniyede bunun anlaşılmasını istedik. Sinema sanatının böyle boşluklar bırakmasını ve seyircinin bu boşlukları doldurarak kendini daha mutlu hissetmesini seviyorum. Tabii riskler de var. Örneğin filmin 30. saniyesinde Leyla gebelik testine bakar ve düşünür. Burada testin pozitif olduğunu iyice belirtmek için test aletine yakın plan çekmedik, bunu seyircinin anlamasını umduk. Tabii bu bilgi bir daha da tekrarlanmadığı için bunu kaçıran seyirciler filmi algılamakta zorlandılar çünkü film tümüyle oturmamış bir ilişkide beklenmedik gebelik baskısı üzerine kurulu. Hatta şu an burayı berraklaştırmak için küçük bir dokunuş yapmayı planlıyorum çünkü yurt dışı dağıtımı için görüştüğüm birkaç kişi de benzer bir sorundan bahsetti.
Fatih, bir okulda öğretmenlik yapıyor ve görece modern biri fakat ilişkisini gizli kapaklı yaşamayı tercih ediyor. Fatih’in bu davranışının altında yatan nedeni yaşadığı kasabanın dinamikleriyle bağdaştırabilir miyiz?
Fatih statükocu bir karakter. Verilmemiş bir bilgi olmasına rağmen Ankara’nın batısındaki büyük merkezlerden birinde yetişip, Ankara’nın doğusundaki küçük bir merkeze atanmış bir öğretmen. Statükoyu ne pahasına olursa olsun koruma güdülü bir bürokrat adayı. İlişkisini saklamasının bir nedeni okulda beklediği atama kararına bir zarar gelmemesi, bir diğer nedeni de aslında ilişkiden büyük bir beklentisinin olmaması.
Özellikle son yıllarda insanların uzun süre bir şeylere odaklanıp izleme tahammülü daha düşük seviyelerde. Bu noktada kısa filmler de eskiye nazaran daha çok ilgi görüyor. Bu durum hakkında düşünceleriniz neler?
Buna katıldığımı söyleyemem. İnternetin ve platformların, sosyal medyanın ağırlığını koyması ile izlenecek çok ama çok fazla içerik var. Seyirci hoşlanmadığı zaman hemen başka bir şeye kaçabiliyor, böyle bir özgürlüğü var. Ama sinemada izlenen bir film için daha sabırlı davranmaya devam ediyoruz hala. Veya onlarca bölümlük dizileri birkaç gecede izleyebiliyoruz. Yani seyirci bence hala aynı noktada, ona hitap eden sevdiği, empati kurabildiği, merak ettiği öyküleri saatlerce izleyebiliyor. Ama ilgisini çekemediyseniz sizin yerinize yüzlerce alternatif bulabiliyor ve kaçabiliyor. Sorun sürede değil de bence içerikte ve içerik üreticilerinde.
Kısa filme ilgi bir miktar artıyor, doğru. Video üretimin artmasından daha hızlı biçimde içerik ihtiyacı artıyor insanların. Sinema tek medya değil artık. Platformlar çok ilgi görüyor. Buralarda da kısa filmler yayınlandığında bir anda binlerce insana ulaşabiliyor. Bir önemli nokta da dijital sinema kameralarının giderek ucuzlaması. Örneğin bizim kullandığımız kamera ve lensin, tek lens kullandık, değeri şu an sadece 18.000 TL. Görüntü de teknik olarak leş durumda değil. İyi ve ucuz kameralar ve diğer cihazlar daha önce sadece büyük bütçelerin tekelinde olan teknik kaliteyi ulaşılabilir kılıyor. Kısacılarda bundan en çok yararlanan grup bence.
Dünya sinemasına baktığımızda kısa filmlere uzun metraj filmler kadar değer verildiğini görüyoruz. Nitekim Safdie Kardeşler, Luca Guadagnino, Yorgos Lanthimos, David Lynch ve Pedro Almodóvar gibi usta isimler kısa filmler de üretiyorlar. Bizim sinemamızda ise kısa filmlere daha çok uzun metraj çekmeden önce bir sıçrama tahtası olarak bakılıyor fakat son yıllarda bu durum değişmekte. Sizin bu konudaki düşünceleriniz neler?
Ben hala öyle bakıyorum Sinema sanatının en prestijli alanı hala uzun film yönetmenliği. Hemen hemen tüm ünlü yönetmenler de önce birkaç kısa ile kendilerini deniyorlar, piyasaya “Ben bunu yapabiliyorum” diyorlar. Büyük bütçeli filmlerinde üstesinden gelebileceklerini ispat etmek istiyorlar. Bu yanlış bir şey de değil. Sinema çok pahalı ve yönetmenin yeteneklerine çok bağlı bir sanat. Fakat uzun çekmişken tekrar araya kısa koymak dediğiniz gibi son yıllarda özellikle author yönetmenlerde görülen bir durum. Bence de çok değerli, önemli bir gelişme, ama kısa filmin bir sıçrama tahtası olması gerçeğinin değişmesi çok zor çünkü kısa filmlerin bir ekonomik getirisi yok, endüstrisi yok. Bizde de yok, dünyada da yok ya da çok çok sınırlı. Bu endüstrileşememe durumu değişmeden bu bakış değişmez diye düşünüyorum. Ama farklı bir anlatı diline sahip olması bence kısa filmciliği author yönetmenlerin gözünde hep saygın bir noktada tutacak. Umarım yerli yönetmenler de seyirci ve festival kaygısından uzaklaşarak dediğiniz isimler gibi kısa filmler de yapmaya başlarlar.
İlerleyen süreç için üzerinde çalıştığınız başka bir kısa metraj projesi mevcut mu?
Önümüzdeki baharda çekilecek yeni bir kısa film için hazırlıklara başladım. Senaryosunu tekrar yazıyorum, bütçe için kaynak arıyorum, Ocak–Şubat gibi mekan bakacağım. Bu festival dilinden öte dijital platformlara göz kırpan daha hareketli, daha sürükleyici bir iş olacak. Açıkçası kendimi de biraz görmek istiyorum ne yapabiliyorum diye. Benim için uzun metraj yapmak maddi bir sorunun ötesinde şöyle bir soru da sordurtuyor: Acaba ben iyi bir film çekebilir miyim, benim yönetmenlik-yazarlık yeteneklerim buna yeterli mi? Bu soruya gönül rahatlığı ile “Evet” demek istiyorum. Para bulmak tabii ki zor ama yetenekli yönetmen olmak çok daha zor.