“Sinema Bir Organizasyon İşi”

Söz Kısa Filmcilerde röportaj serisinin 88. haftasından herkese merhaba. Ataerkil toplumlar ve düzen içinde kısıtlanan yaşamlar, sinemanın belki de en özgürlükçü işlerini ortaya çıkaran gerçeklerden biri. Bundan noktada hareketle Don Don Kurşunu isimli kısasını çeken Zuhal Kaya, bu haftaki röportaj konuğum olacak. Don Don Kurşunu, yıkadığı iç çamaşırlarını kuruması için balkonuna asan Ayşe’nin başından geçenleri anlatıyor.

Filmin yönetmeni Zuhal Kaya ile gerçekleştirdiğim bu röportajda filmi, hikayesi, çekimleri, gelecek hedefleri ve merak ettiğim başka noktaları da konuşma fırsatı buldum.

Herkese keyifli ve ilham veren okumalar.

Film hakkında konuşmadan önce ilk olarak sizi tanıyalım. Kimdir Zuhal Kaya?

İnsanın kendini tanımlaması kolay gibi görünen güç bir şey sanırım. Sıfatlardan geçince kendimize varabiliriz diye düşünüyorum.

Filmin yazım, hazırlık, çekim ve post prodüksiyonu ne kadar sürede tamamlandı?

2014 yılında arkadaş sohbetinde yapılan bir esprinin ardından zihnimde örüntülerini örmeye başladı, senaryosunu yazdım ve bir kenarda çıkacağı güne kadar bekledi. Sinema bir organizasyon işi ve bunun kapitalist dünyamızda sıkıştığı yerlerden biri de finansal süreç. Yani bütçeyi bulunca tekrar seslendi. Ön hazırlık aşaması bir seneye yakın sürdü ve 2022’de çektik.

Yıkadığı iç çamaşırlarını kuruması için balkonuna asan Ayşe’nin başından geçenleri izliyoruz filminizde. Hikayenin bir yaşanmışlık payı var mı yoksa kurmaca olarak mı oluşturdunuz?

Balkon, iç çamaşırı ve toplumsal cinsiyetin sınır ihlalleri üzerine çizildi filmin çerçevesi. Aslında cinsiyetçiliği anlatmak istediğim bir ironiydi. Fakat izleyicilerden benzer yaşanmış anıları da dinledim. Filmin çekiminden sonra bir haber de çıktı, bir kadının balkona asılan iç çamaşırlarının düzenli olarak çalındığına dair. “Balkona iç çamaşırlarını asan kadın” diye internetten aratıldığında, erk tortusu ve bunun sokaktaki karşılığının ne kadar kanlı olduğu görülüyor.

Gelelim filmin ismine. Esasında hikayenin kendisi ve anlattıklarıyla da oldukça bağlantılı bir kelime oyunuyla vermek istediğiniz mesajı da bir anlamda yansıtıyor “Don Don Kurşunu”. İsim olarak başka alternatifleriniz de var mıydı?

Yoktu. Kurşun metaforundaki, keskin köşeleri olan erk zihniyeti kendi diliyle tanımlamak istedim.

Ataerkil bir toplumda yaşanabilecek fakat konusuyla da oldukça evrensel bir hikayeye sahip filminiz. Küçüklüğümüzden bu yana biz fark etmesek dahi yetiştirilme tarzımız, okulda öğretilenler, topluma hakim olan düşünce ve yakın çevremiz ataerkil düşüncenin kodlarını zihnimize kazıyor adeta. Özellikle günümüz Türkiye’sinde ataerkil düzenin ortadan kalkması gibi bir gerçek mevcut mu?

Günümüz, dolayısıyla “şimdi”nin varlığı çizgisel değil bence. Yol ayrımları ve kavuşmalarla dolu.

Nenem benim idollerimden biri, ayak izi ayak izime karışmış, DNA’sı parçalanarak bana kadar ulaşmış. Onun kadın olma bilinci ile benim aramda zamansal bir ilerlemeden söz edemeyiz mesela. Evleneceği adamı, evleneceği yaşı bile seçememiş, yaşayacağı evi seçememiş bir kadın. Ama biricik kişiliği, tüm duvarların içinde yeşermiş ve bana kadın olmayı yaşadıklarına rağmen kendisi olabilmeyi seçerek öğretmiş olan Seraye’nin varlığı, ataerkil duvarların yıkıldığına dair bir mevcudiyet gösterdi. Evren kocaman bir karanlık ama biz içindeki nokta kadar ışığa tutunan hayatlarda yaşıyoruz. Ölçütler üzerinden değerler oluşturan dili, dolayısıyla düşüncesini bırakıp, büyüğün içindeki küçüğün de eşit derecede varoluşsallığını anlayacak bir genişlikte buluşmalıyız. Eşitlik bir ölçüt ve aynı olma, benzeme meselesi değil yani.

Ayşe’nin tıpkı bir kazak, elbise veya pantolon gibi yıkayıp balkonuna astığı iç çamaşırları ilk olarak erkek komşusunu daha sonra da eşini rahatsız ediyor. Bu noktada komşusunun adeta geri kalmamak için, eşinin de buna karşılık erkekçe karşılık vermek gelmek için astığı iç çamaşırı, kadınların düşüncesinin adeta es geçilip önemsenmediği anlayışını sembolik olarak başarılı bir biçimde yansıtıyor. Yaşadığı mevcut çevre içinde Ayşe’nin balkonuna astığı iç çamaşırlarını onun bu düzene karşı bir mücadelesi olarak görmek mümkün mü?

Ayşe’nin varoluşunu iç çamaşıra indirgemek ve bunun üzerine yargıda bulunup eyleme geçme, gündelik rutinlerdeki refleksleri oluşturuyor çoğu zaman. “Gündelik” ve “rutin”; büyük yüzeysel derinliğimiz, zamanı ve algımızı dilimlediğimiz parçalar. O parçalar bir bütünün gidişatını belirliyor. Evin içinden, ailenin arasından, sokaktaki haline, iş yerindeki haline kadar koca bir kurgusal monolog olan “gündelik”. Ben diyorum ki, kafamızın içi ve dışarısı arasındaki o incecik örüntü olan kimliklerimiz ne ile besleniyor?

Kadınların neyi yapıp yapmayacağının erkekler tarafından belirlendiği bir toplum yapısına sahibiz. Başta siyasiler olmak üzere kuralları belirleyen bir güruh, cinsiyetçi baskılarla bir şeyin ayıp olup olmadığına karar verebiliyor. Toplumun sorunlarına Ayşe karakteri üzerinden değinen bir yönetmen olarak Türkiye’de yaşamak üretim potansiyelinizi nasıl etkiliyor?

Türkiye’de para için değil de sanat için bir şeyler yapmak yokluğa indirgenen bir inançsızlıkla baskılanıyor. Üretimin niteliğine dair bir ilişkisi olduğunu da düşünüyorum. Çoğu arkadaşım istediği şeyi yapmak için önce bir sürü istemediği şeyi sistem için yapmak zorunda bırakılıyor. Bunun uzun vadedeki tahribatı büyük. Önünüze kocaman bir sabır taşı konuyor.

Filminiz hiç diyalog içermiyor. Bu tercihinizin nedeni ne oldu?

İnsanların bir şey izleme eğilimi bence çoğu zaman bir durma ve zihni boşluğa bırakma hali.  Film bir hikaye örgüsü anlatma iddiasında bulunmuyor. Düşünceyi eylemle buluşturan bir bağa sesleniyor. Bu nedenle hareketleri düşündürtmeyi amaçlıyor.

Dünya sinemasına baktığımızda kısa filmlere uzun metraj filmler kadar değer verildiğini görüyoruz. Nitekim Safdie Kardeşler, Luca Guadagnino, Yorgos Lanthimos, David Lynch ve Pedro Almodóvar gibi usta isimler kısa filmler de üretiyorlar. Bizim sinemamızda ise kısa filmlere daha çok uzun metraj çekmeden önce bir sıçrama tahtası olarak bakılıyor fakat son yıllarda bu durum değişmekte. Sizin bu konudaki düşünceleriniz neler?

Festivallerde ve dijital platformlarda bu değişimi göremiyorum. Kısa film ekiplerinin festivallerde çoğu zaman davetiyeleri olamıyor, gösterim ücreti alamıyorlar, bağımsız sinema dışında bir alan yok. Çünkü sanat, soru soran merak uyandıran, ayna tutan, yerlerden çok “hobi” olarak zaman öldürme aracına dönüştürülmek isteniyor. Bunun en büyük mimarlarından biri de televizyon. Şirketlerin neyi izlemenize karar verdiği bir uyuşturulma hali. Şimdi de daha küçük kutularda bir şeyler tüketmemize vesile olan algoritmalar üzerine kurgulanıyor gündelik hayatımız. Aynı şeyi müzik için de söyleyebilirim, sinema için de, resim için de.

İlerleyen süreç için üzerinde çalıştığınız yeni projeleriniz varsa ufak tüyolar alabilir miyiz?

Süreç durdu şu an benim için çünkü 6 Şubat depremi ve sonrasında yaşananlar…

PAYLAŞ

1996'da doğdu. Üniversite için geldiği İstanbul'da kültür sanat sarhoşu olduktan sonra hayatı tamamıyla değişti. Gerçek sinemayla tanışması 2015 yılında İstanbul Film Festivali ile gerçekleşti. Film festivalleri vazgeçilmezi. "Film sinemada izlenir" anlayışının yılmaz destekçisi.

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir