Ölümün belirsiz yüzünü perdelemek için gündelik hayatını (her ne kadar şikayet edilse de) yoğun tempo üzerine bina edenlerimiz az değildir. Kaçış yolları tükenmiş bir sürece hazır hissedebilmek kolay değil elbet. Peki ya kendi hür iradesiyle ölüme yürüme yolunu seçenler? Bir savaş mı var? Kaçınılmaz bir mücadele? Hayır. Sadece hayatı noktalama hedefi. Bir ritüel dahilinde elveda deme arzusu. Gus Van Sant’ın son filmi Sonsuzluk Ormanı (The Sea of Trees), Matthew McConaughey’in canlandırdığı Arthur’un, Japonya’daki huzur dolu bir ormanda yaşamına son verme hikâyesini anlatıyor.
Filmin boşvermişliklerle örülü olaylarla bezenmiş açılışıyla birlikte ölüme kararlılıkla yürüyen bir Arthur portresi ile yüz yüze kalan izleyicinin, böylesine bir tükenmişliğin arka planını merak duygusu anbean artıyor. Dünyanın pek çok ülkesinden intiharı seçen insanların son durak olarak konakladıkları ormanda tanıştığı Takumi’nin de, kendisi gibi hayatını sonlandırmak üzere orada bulunduğunu düşünüyor Arthur. Hareketsiz bedenlerin ağaçların gölgesine düşen ürpertici siluetlerinin aksine Takumi, umut kavramının ete kemiğe bürünmüş hali.
Sebebiyet verdiğimizi düşündüğümüz olaylardan sonra, iç tatmini yaşama konusunda en uç ve somut cezalardan olan intihar, Yaradan’a inanmayanlar için ebedi bir yokluk, Yaradan’a inananlar için ise büyük bir isyan girişimi olarak idrak edilir. Halbuki eylemi icra eden için kazanılacak hiçbir şey yoktur. Takumi’nin intihar gerekçesi Arthur için gülünç gelse de, kendi manasız girişiminin dayandığı tüm sütunları zamanla yerle yeksan eden ilk darbe bu. Kendince makul saydığı intihar nedenine karşı Takumi’nin ormanda bulunma nedenini öğrendiğinde bir hayat kurtarıcı haline geliyor Arthur. Kendi ağır yaralarına rağmen Takumi’yi yaşama bağlamak için elinden geleni yapıyor.
Filmin herhangi bir inanç sistemine atıfta bulunmadan yaptığı Yaratıcı vurgusu, görünenin ötesine neredeyse hayat boyu dur diyen Arthur’un, Leyla’ya duyduğu mecazi aşkı zamanla hakiki aşka dönen Mecnun kadar debisi yüksek bir duygu yoğunluğu kadar olmasa da, ilkesel olarak benzer bir aşk evriminin merkezine oturuyor. Eşinin yakalandığı ağır hastalık, tartışmalarla örselenen bir evliliği yeniden yekpare hale getiren adımı tetikleyen ilk unsur olmakla beraber, hiç umulmayan bambaşka bir nedenin sebebiyet verdiği bir ayrılıkla Mecnunlaşıyor Arthur. Takumi’nin, ötelerden gelen bir mesajcı mı yoksa gerçekten intiharı seçen bir insan mı olduğu sorusuna filmin verdiği yanıt net. Dolayısıyla izleyicinin farklı yorumlarına mahal bırakmayacak kadar kesin üslubu ile bir hakikat tebliğini kendi kabulleriyle icra eden bir film söz konusu.
Pastoral görüntülere ev sahipliği yapan ormanın geniş ve uçsuz bucaksız atmosferi, görüntü ve sanat yönetimine eş zamanlı olarak sağlam bir taban teşkil ediyor. Taşlaşmış bedenlerde açan çiçeklerin, o kupkuru sertliğe hakim oluşunun verdiği keyif tarifsiz. Makro ile mikro arasındaki kamerasal geçişler, izleyicideki izleri derinleştiriyor. Takumi rolündeki Ken Watanabe’nin standardı aşamayan oyunculuğa karşın, Matthew McConaughey’in Arthur’daki hem durgun hem de dalgalı ruh hallerini sırıtmadan ve sert geçişlere direnen başarılı bir karakter biçiminde canlandırdığı söylenebilir.
The Sea of Trees, taş kalplere kök salmayı başaran bir çiçek sadeliğindeki gizli ihtişamı, kendi düşünsel dünyası içerisinde etkili diliyle izleyicisine aktarıyor.