Güneşli bir pazar günü Üsküdar’ın güzel, sakin bir kafesinde bir araya geldiğimiz oyuncu Mehmet Emin Kadıhan ile oyunculuk, sinema ve dizi sektörüne dair keyifli bir sohbet gerçekleştirdik. TRT’nin İbn Arabi’nin Satranç oyunundan esinlerek ortaya çıkan Vuslat dizisinde Tekin karakteriyle karşımıza çıkan Kadıhan, oyunculuk serüveninin bir merakla başladığını söylüyor. Kadıhan, gönlünde yatan rolleri paylaşırken usta-çırak ilişkisinin önemini özellikle vurgu yapıyor.
Röportaj: Rabia Bulut
Oyunculuk yolculuğunuz nasıl başladı?
Çok komik başladı. Hiç aklımda yoktu aslında. Oyunculukla ilgili herhangi bir planım bir düşüncem yoktu. Daha önce de söylediğim bir şey var; Oyunculukla ilgili bildiğim tek şey piyasadaki tüm oyuncuların rahmetli Nejat Uygur’un öğrencileri olduğuydu. O kadar uzaktım yani. Başlayana kadar belki bir defa sinemaya gitmişimdir. Tiyatroya da öyle. 2005 senesi tesadüf eseri bir arkadaşımla karşılaştım. Bir iş görüşmesi için gazeteden aldığım bir ilan üzerine Kadıköy’e gitmiştim. Gazetede ilanlara her baktığımda mutlaka karşılaştığım bir şey vardı; “Televizyon ve dizelere yeni yüzler arıyoruz”. İlanın altına Kadıköy’deyiz not düşmüşler. İş başvurusuna gideceğim ya, gidip bir yere iş başvurusunu yaptım. O dönem askerliğimi yapmadığım için kabul etmedi onlar. Ben de Kadıköy’e kadar gelmişken, oyunculuk ilanı için arayayım dedim arkadaşları. Aradım, Kadıköy’deyim yerinizi tarif ederseniz gelmek istiyorum dedim. Tamam dediler. Yerlerini tarif ettiler, Kafamı çevirdim apartmanın önündeyim. Kayıt, fotoğraf vesaire derken çıkmak üzereydim. İçeride tiyatro dersi vardı isterseniz buraya da gelebilirsiniz dediler. Yok dedim. Zaten o sıralar başka işler üzerine çalıştığım için yani çalışıp para kazanmam gerektiği için ona ayıracak vaktim yok dedim. Çünkü ciddiye almıyordum. İş olarak kabul edebileceğim bir şey değildi. Hobi amaçlı, vakit geçirmek üzerine gitmek istiyordum. Teşekkür ettim, müsait olursam ben gelirim dedim, tamam dediler. Tam çıkmak üzereyken dersten molaya çıktılar. Yolumun üstündeler, yol vermek için onları bekliyorum. İki üç kişi çıktı sonra baktım pazarcılık yaptığım dönemden bir arkadaşım çıktı. Peşinden aynı dönemde başka bir arkadaşım daha çıktı. Onlardan sonra da Ses Yarışması’nda tanıştığım Mesut adında bir arkadaşım vardı, o çıktı. Konuşurken tiyatro dersine geliyoruz sen de gelsene falan diyerek onlarda beni kafalamış oldular. İyi dedim. Vakit geçirmek için kabul ettim. Ertesi gün derslere başladım. Komik bir şekilde baktım tekerleme çalışılıyor. En arkaya oturdum. Sıra bana geldi. Tekerlemeyi tek seferde okudum. Dönüp baktı sınıftaki arkadaşlar, dedim herhalde bir şeyi yanlış yaptım. Hoca daha önce bir eğitim aldın mı dedin, hayır dedim. İlk orada çok iyi dedi. Orada bana bir şey oldu. Demek ki yapılabilir bir şey dedim.
Ama galiba o çok önemli. İlk tepkiler, ilk reaksiyonlar insanı hayatta başlatan noktalar…
Evet bir tepki almamış olsaydım muhtemelen kısa zaman sonra bırakacaktım. Devam etmeyecektim. Neyse devam ettik ve birkaç hafta sonra şimdi de oyunculuk yapan arkadaşım Güray ile baktık o kurumdan alacağımız eğitim bize pek bir şey katmayacak. Güray ile konservatuvara hazırlanalım dedik. Nasıl yapacağız derken gidelim hocayla konuşalım dedik. Gittik hocamızla konuştuk. Hocam biz konservatuvara hazırlanmak istiyoruz bunun için ne yapabiliriz dedik. O da sağ olsun, Kadıköy Lisesi’nin Tiyatro kulübünde hocalık yapıyordu. Oradan oluşan bir gruba konservatuvara hazırlık eğitimi vereceğini söyledi. İsterseniz siz de oraya dahil olabilirsiniz dedi. Bir hafta sonra başlayacak. İki gün sonrada sanırım o arkadaşların yıl sonu müsameresi vardı. Artiz Mektebi’ni oynamışlardı. İzlemeye gittik. Yaşça bizden biraz daha küçük arkadaşlar ama yaptıkları şeyi görünce Güray da ben de baya bir heyecanlandık. Evet dedik biz de bunu yapmalıyız. O ayrı bir motivasyon oldu bizim için. Oyundan sonra kulise tebrik etmeye gittik, hocamız bizi gördü, gözleriniz parlıyor dedi. Evet dedik biz de. Şener Şen’in meşhur bir topuklarını arkasına vurarak koşması vardır, bilirsiniz. Oyundan sonra Güray’la Moda’dan Kadıköy Bahariye’ye kadar, konservatuvara hazırlanacağız heyecanıyla öyle koştuğumuzu hatırlıyorum. Halen konuştuğumuzda o günü hatırlayıp güldüğümüz oluyor. Serüven öyle başlamış oldu.
Pazarcılıktan tanıdığım arkadaşlarım dediniz…
Yaklaşık 20 kişilik bir sınıftan 3 kişi, bu işi meslek edinerek devam etmeye karar verdik. Dönüp baktığım zaman da 14 sene geçmiş üzerinden.
Sizce bu 14 sene nasıl geçmiş, halen o Moda’dan koşan çocukların heyecanı, isteği var mı?
Var, o heyecan olmasa zaten bu kadar uzun süre devam edilebilecek bir iş değil. Çünkü o heyecanı diri tutmanız gerekiyor. Bir motivasyon kaynağınızın olması gerekiyor. En başta bu işi sevmeniz gerekiyor. Her iş için böyledir. Bir işi sevmiyorsanız o işte ilerleme katetmeniz mümkün değil. Bir yere varamazsınız. Bir yere varmak istiyorsanız o heyecanı korumanız gerekiyor. Başka türlü bir şeyler üretemiyorsunuz. Üzerine bir şeyler koyamıyorsunuz.
Oyunculuk mesleğine bir kutsallık atfetme, her şeyden üstün olduğuna dair bir bakış açısı var. Bu konuda ne dersiniz?
Kesinlikle katılmıyorum. Oyunculuk kutsanacak, göklere çıkarılacak bir iş değil. Birçok meslek dalına göre çok zor bir iş. Şöyle düşünmek lazım; Yaşanmışlıklardan yola çıkılan bir iş olabilir ya da tamamen hayal ürünü bir senaryodan ibaret olabilir, oyuncunun o karaktere bürünmesi, halk arasındaki deyimle rol yapması gerçekten zor bir iş. İşi bilmeyen için bu çok basit görünebilir. O kadar uzun saatler çalışıp o motivasyonu diri tutmak kolay bir iş değil. Zor, zahmetli ve kıymetli bir iş ama kutsal değil. İlk eğitim aldığımız zamanlar bize denilen bir şey vardı, yerine göre belki yapılabilir ama şöyle bir örnek veriliyordu; baban ölse sahneye çıkacaksın. Ben çıkamam. Allah bütün büyüklerimize uzun ömürler versin ama ben öyle bir haber duyduğum zaman çıkamam sahneye. Kimse kusura bakmasın.
Şuan dizi sektöründe çalışıyorsunuz. Belkıs Bayrak’ın ödüllü kısa filmi Apartman’da oynadınız, öğrenci kısa filmlerinde de yer alıyorsunuz. Dizi, kısa film ve uzun metraj filmlere seyirci karşısına çıkıyorsunuz. Oyuncu olarak ne tür farklılık ve benzerlikler görüyorsunuz?
Hepsinin tabi ki sonuç itibariyle sunduğu şeyler noktasında farklılıkları var. Ama ağırlıklı olarak şuan dizi sektöründe çalışıyorum. Bunun getirileri sinemaya göre farklılıklar gösteriyor. Kısa filmlerde sayısını unuttuğum çok işte çalıştım. Bunların çoğu da öğrenci işleridir. Onlara özellikle hassasiyet göstererek gitmeye çalışıyorum. Türkiye’de dizide oynamanın başlıca sebebi geçimini sağlamaktır. Maalesef en az kazandıran alan tiyatro. Ama mesleki doygunluk noktasında yine en büyük hazzı sağlayan da yine tiyatro. Uzun zamandır uzak kaldığım için ayrı bir özlem duyuyorum tabi.
Geri dönmeyi düşünüyor musunuz tiyatroya?
Kesinlikle. Hiçbir şey yapmasam sadece tiyatro yaparak devam etmek isterim. Çünkü başlangıç noktam bu. Sahne tozunu bir defa alan bir daha geri dönemez derler ya, gerçekten öyle. Şu kadar kazancı olan bir işi elinin tersiyle itip sadece oyunculukla, sadece tiyatro yaparak geçimini sağlamaya çalışmak delilik. Akıllı insan işi değil. Ama dediğim gibi mesleki anlamda doyumu sağlayan tek alan bence tiyatro. Ona yakın olan, güzel bir hikayesi, derdi olan, iyi bir sinema filmi. Hiçbir şey olmasa bile hatıra olarak saklayacağınız, torunlarınıza, eşinize, dostunuza seyrettireceğiniz, ben bu projede bulundum diye gururla söyleyebileceğiniz bir sinema filmi tiyatrodan sonra gelir. Dizi ziyade iyi yaşam koşullarına sahip olmak için yapılan bir oyunculuk alanı.
Vuslat İbn Arabi’nin satranç oyunundan esinlenilen, tasavvufi yanı olan bir dizi. Manevi bir konuyu maddi dünyada geçen karakterlerin kendilerini bulması üzerinden ele alıyor. Sizce bu noktada hikaye nasıl ilerliyor, canlandırdığınız karaktere dair neler söylersiniz?
Hikaye sizin de belirttiğiniz gibi çok farklı. Arifler satrancı ile beşeri ve ilahi aşkı temel alan dopdolu ve son derece samimi bir hikaye çıkıyor ortaya. Şimdiye kadar dizilerde özellikle kullanılan bir yöntem olmadığı için insanların daha çok dikkatini çekti. Projenin genel olarak böyle bir güzelliği var. Ağırlıklı olarak insanı tercihler ve sonuçlar ilişkisi üzerinden anlatan iyi bir iş olduğu için bu kadar ilgi gördüğünü düşünüyorum. Benim oynadığım karakter Tekin ise aslında oyundaki basamaklardan olan nefsin bir halini anlatan karakterlerden biri. Tekin mahallenin delikanlısı. Özellikle kadınlara bir haksızlık gördüğünde gözü kararan, hiç kimseyi tanımayan, gösterilmesi gereken tepkiyi en üst seviyede gösterebilen bir karakter. Fazla celalli birisi. Önceki bölümlerde izleyenler hatırlar. Trafikte bir kadına sadece yüksek sesle konuştuğu ve bağırdığı için gözü dönüp o adamı pataklayıp gönderen bir karakter. Ama tabi sesini yükseltmekten imtina edeceği insanlar var, mesela Salih Baba onlardan biri. Tekin’in geçmişindeki o sıkıntılı dönemleri en iyi bilen Salih Baba ve onu oradan çekip kurtaran da yine o. Bunu da bildiği için Tekin, Salih Baba’ya daha fazla saygı duyuyor. Babasından, abisinden farklı görmüyor. Saygıda kusur etmiyor. Yine arkadaşlarına, dostlarına saygısızlık, yanlış yapmıyor. Onlara yapılmasına da izin vermiyor. Tekin’in ruh yapısı benim ruh halimle biraz yakın olduğu için daha fazla benimsemiş oldum. O yüzden sette Tekin’i oynamak için ekstra bir çaba sarf etme ihtiyacı duymuyorum. Karakteri anladığımı düşünüyorum. Oyunculuğun bir de bu tarafı var; Kendinizden bir şey kattığınızda gerçeğe daha yakın oluyor. Kabul edilebilir bir hal almaya başlıyor. Tekin’de benim yaşadığım o.
Yazmak istediğiniz hikayeleriniz, yazmakta olduğunuz senaryolarınız var mı? Yoksa sadece oyunculuk yapacağım düşüncesinde misiniz?
Sadece oyunculuk yaparak devam etmek gibi bir niyetim yok tabi ki. İnancımız gereği iyi yaptığımız şeylerin zekatını vermekle mükellef olduğumuzu düşünüyorum. Yani güzel bir sesi olan insanın bunu nasıl bir şekilde kullandığının hesabı sorulacak öte tarafta. Sadece biz toplum olarak maalesef zekat kavramını sahip olduğumuz maddi varlık üzerinden yorumladığımız için orada bir eksiklik olduğunu düşünüyorum. Hikaye anlatmasını iyi bilen bir insan bunu kendinden sonraki kuşağa miras olarak bırakmalı. Sesi güzel olan bir insan müezzinlik mi yapar, hafızlık mı yapar, müzisyenlik mi yapar sadece çığırtkanlık mı yapar önemli değil. Ama bunun bir servet olduğunu bunun bir lütuf olduğunu bilip sonraki kuşaklara bırakacak bir çalışma yapması gerektiğine inanıyorum. Oyunculuğa nasıl başladığımı sordunuz ya bir vesileyle başladık. Ve yapabildiğimi gördükten sonra işte ben hayatımı oyunculuk yaparak geçireceğim. Rahat bir hayat düşlemek bana bencilce geliyor. Yapabiliyorsam bir kişi bile olsa bunu devam ettirebilecek birisini eğitebiliyorsam, bildiklerimi ona aktarabiliyorsam asıl kazanım o. Şimdi kısa film olarak yazdığım bir iki hikaye var. Halen çekmedim. Daha doğrusu acele etmiyorum. Şimdilik kenarda duruyorlar. Üzerine titizlikle çalışmaya gayret ettiğim daha büyük bir hikaye var, uzun metraj sinema filmi için. Bazen ayda bir, bir sayfa yazdığım oluyor. 2015’te TRT’ye Ramazan için yapılan bir programa iki üç bölümlük senaryo yazmıştım. Bunu ilerletmek ve bir şeyler üretmek istiyorum. Bizden sonraki kuşakların da görüp ilham alacakları güzel şeyler yapmayı gerçekten çok istiyorum. Yapabilirsem mutlu olarak öleceğim.
Biraz usta çırak ilişkisi geleneğinin geri gelmesi gerekiyor sanırım.
Kesinlikle. Eskiden vardı zaten. Usta çırak ilişkisi özellikle bizim yapmaya çalıştığımız işte çok gerekli. Dediğim gibi sayısını unuttuğum birçok kısa filmde çalıştım. Bunların çoğu öğrenci filmleriydi. Öğrenciler bir şekilde ulaşıyorlar. Abi bir filmimiz var, oynar mısın diye soruyorlar, ben de evet diyorum. Hiçbirine hayır cevabı vermedim. Amacım destek olmak. Set oluşuyor, çekim başlıyor. Bir yandan gençleri gözlemliyorum. Yaptıkları, yapamaya çalıştıkları gayretleri görüyorum. Yazdıkları şeyin ete kemiğe bürünmesi için verdikleri çabayı seyrediyorum. Ama şöyle bir eksik gördüm; Okulda öğrendikleri teorik bilgi ne ise onun üzerinden gitmeye çalışıyorlar. Onun üzerinden ışık ayarlamasını yapıyor. Tabi ki gerekli ama maalesef bizim okullardan kaynaklı eksikliklerimiz var. Türkiye’de bütün meslek dallarında geçerli eksiklikler. İşin mutfağına girmeden aldığınız teorik bilginin yetersizliğini gösteriyor aslında. Böyle bir durum var ortada. Okullarda usta çırak ilişkisi bağlamında somut bir eğitim verilse, bunu alan öğrenciler mezun olduktan sonra sete gittikleri zaman orada bocalamazlar. Okulu çok büyük heveslerle, hayallerle okuyup mezun olduktan sonra işin asıl zorluğunu görünce bütün motivasyonunu, hevesini kaybedip orada pes eden gençler var. Oyunculukta özellikle son dönemlerde, okullu olması şartı ön planda tutuluyor. Tabi ki eğitimsiz olsun demiyorum kimseye. Öyle bir şeyi tavsiye ederek hadsizlik yapmak istemem. Eğitim önemli ama sadece teorik eğitimle oyunculuğu anlatamazsınız kimseye. Onun ne olduğunu bir kere sahneye çıkıp dizlerinin, nefesinin titremesiyle yaşaması lazım. Oradaki enerjiyi, atmosferin nasıl olduğunu görmesi lazım. Mutfağa girmeden bir yemeğin nasıl pişeceğini, tuzunun ne kadar ekleneceğini, soğanın ne kadar sürede öldürüleceğini denemeden bilemezsin. Deneyeceksin. Mutfağa girmeden kimseye aşçılık yaptıramazsın. Oyunculuk da böyle.
Bu yolda yürümek isteyen gençlere ne tavsiye edersiniz sorusu son sorumdu ama siz güzel bir bağlam kurdunuz. Pişmeye, pratiğe girmeye hevesli olmaları ve dirayetli olmaları gerektiğini belirtiyorsunuz.
Evet. Oyunculuk uzun bir süreç. Ne kadar sürede olacağını kimse bilemez, kestiremez. Ben çok daha kısa sürede daha iyi yerlere gelmeyi hedefliyordum. Düşünüyordum. Ama öyle olmadı. Biraz daha fazla beklemem gerekti. Ama pes etmedim tabi ki. Mücadele etmeye devam ettim. Gençlerin oyunculuğa büyük ilgisi var. Oyuncu olmayı istemeleri iyi fakat bu sadece istemekle olmuyor. Gerçekten mücadele etmek ve iyi çalışmak gerekiyor.