Risttuules (Rüzgarların Arasında) savaşa ve etkilerine ağıtlar yakan, devrimci diyebileceğimiz biçimselliği cesurca kullanan kesinlikle yaşanması gereken bir deneyim.
Karşımızda tam manasıyla “şiirsel sinema” tabirinin karşılığı olabilecek denli güçlü bir biçimciliğe sahip bir film duruyor: Risttuules. 87 doğumlu genç Estonyalı yönetmen Martti Helde çekimleri dört yıla yayılan deli işi bu projeye cesurca giriyor ve eşi benzerine az rastlanır bir sinema dili oluşturmayı başardığı filmiyle daha şimdiden sinema tarihinde çok müstesna bir yere adını kazıyor. Ayrıca filmin de ilgilendiği alanlardan birisi olan ‘toplumsal hafızanın’ dahi unutamayacağı denli güçlü bir damgaya dönüşüyor film. Etkisinden kurtulmanın güç olduğu film, barındırdığı kimi problemler dolayısıyla başyapıt seviyesinin hemen altında kendine müstesna bir yer ediniyor.
Filmin açılış jeneriğinde de sunulduğu üzere 2.Dünya Savaşı sırasında Stalin tarafından sürgüne gönderilen Slav halkının yaşadığı acılar ve etkisi neredeyse etnik temizlik boyutuna varan Stalinist uygulamalar filmin odaklandığı konular. Jenerik sonrası filmin hareketli siyah beyaz görüntüleriyle karşılaştığımız an hayatı usul usul kayda alan, muntazam bir dinginlikteki şiirsel kamera kaydırmaları ilk dikkat çekici unsur oluyor. Filmin başındaki mutlu çekirdek aile üzerinden yaratmaya çalıştığı büyüleyici ve masalsı atmosfere yavaş yavaş vurulmaya başlayan seyirci, kısa bir süre sonra çok farklı bir biçimsel deneyimle sarsılıyor. Yönetmen yine ağır, şiirsel, gerçek zamanla sinemasal zamanı birbirine yaklaştıran ritmiyle hareket eden kamerasını mizansen içerisinde hareketsiz karakterler arasında dolaştırmaya başlıyor. Bir anlamda sahnedeki karakterler için zamanı durduruyor. Hareketli kameraya takılanlar arasında üzerine askerler tarafından silah doğrultulmuş annesine sarılmış bir çocuğun çaresizliğini de, insanlık dışı şartlarda çalışan insanların umutsuzlukla örülü dramlarını da görüyoruz. Mizansenlerdeki etkileyiciliği birkaç kat arttıran siyah beyaz sinematografi tercihi şiirselliğe katkı yaptığı gibi ‘tarih’ vurgusu yapması açısından da gayet işlevsel bir kullanıma dönüşüyor.
Yönetmen klasik anlatının ‘kimi’ kurallarını yıkarak seyirci için zor bir izleme deneyimi yaşatırken, öte yandan da perdede akan kayıtsız kalınamayacak denli güçlü görsel düzenlemeler ve film boyu alttan alta seyircinin kalbini deşen, perdedeki dramı fazlasıyla katmerleyen müzik aracılığıyla sarsıcı bir atmosfer yaratabiliyor. Filmsel zamanı dondururken geçmişte yaşanan acıların sürekliliği, dondurulamazlığı üzerinden/karşıtlığından bir sinema dili inşa etmeyen çalışıyor Helde. Filmin perdeden yansıyan oldukça etkileyici unsurlarına rağmen sinema diline adapte olamayan seyircilerin işkence gibi bir 80 dakika geçirmesi olasılığını da ortaya koymak, yönetmenin ne kadar zor bir işin altına girdiğini göstermesi açısından önemli bir bıçak sırtı detay.
Filmi bir başyapıt olmaktan alıkoyan unsurlarına geldiğimizde ise çoğu kişinin bana katılmayacağını bildiğim müzik kullanımından bahsetmek gerek. Yönetmen anti-klasik bir anlatımı tercih ettiği filmini biçimsel olarak da aynı tarzla yapılandırıyor. Fakat hem filmin başındaki ve sonunda seyirciye verilen bilgiler, hem etkilenmemenin mümkün olmadığı mektup metinleri, hem de film boyu alttan alta seyirciyi hakimiyeti altına almaya başlayan sürekli ve dramatik müzik kullanımı filmin biçimiyle çatışan kullanımlar oluyor. Yönetmenin film sonu yapılan soru-cevap bölümünde filmdeki müzik kullanımı üzerine sorulan bir soruda bahsetmeye çalıştığım kafa karışıklığının izlerini bulabilmek mümkündü. Helde böylesi zor bir biçim tercihi yapan filmini seyirci tarafından daha izlenir kılmak için müzik kullandığını, bunu yapmanın farklı bir yolunu bilmediğini, düşünmediğini ifade etti. Filmin olabildiğince sade ve meramını oldukça net bir şekilde seyirciye geçirebildiği sinematografik gücünü zayıflatan hatta bir süre sonra fazlalık gibi duran kullanımlar oluyor müzik ve tarihsel bilgilendirmeler. Hatta kimi seyirciler için duyguları fazlasıyla harekete geçiren ajitatif unsurlar olarak dahi kodlanabilir bahsettiğim kullanımlar. Yönetmen ilk filminde çoğu usta yönetmenin hayallerine dahi girmeyecek zorlukta bir projeye gönül koyarken yaptığı kimi yanlış tercihler ‘ilk filmin’ kusurları olarak değerlendirilebilir.
Yazının başında da değindiğim gibi anti-klasik ve alışılmadık ama yaratıcı mizansen tercihi kendi adıma filmde bir noktaya kadar etkileyiciliğini korurken, doygunluk noktasından itibaren yeni anlam üretebilme gücünü de kaybetmeye başladı. Yönetmenin rutin giden bu biçimsel kullanımı zenginleştirmek için oldukça klasik kullanımlar olan müzik ve duygusal metinleri filme dahil etmesi ‘yeniliğin de’ etkileyici olma süresini kısaltıyor. Sonuçta biçimi dışarıda bıraktığımızda karşımızda klasik bir hikâye olduğunu görebiliyoruz. Filmde bir noktadan sonra artık hangi gelişmelerin olacağını az çok tahmin eden seyirci için birbirini tekrar eden, rutine bağlanan mizansenler geçidine dönüşmeye başlıyor. Ve bundan dolayı da sahnelerin artan bir etki gücüne sahip olması gerekirken, tam tersi yönünde zayıflayan veya yerinde sayan bir anlam üretme sıkıntısına yol açıyor.
Risttuules her ne kadar kimi sıkıntıları olsa da bu sorunları kat be kat aşan cesur biçim denemesi ve savaşın yıkıcı, insanlık dışı etkilerini farklı bir söylemle haykırma çabasıyla şimdiden sinema tarihinde çok özel bir yer edindiğini gönül rahatlığıyla söyleyebiliriz.
Filmin insanı etkisi altına almakta hiç zorlanmayan, büyüleyici ve kwndi adıma hayat boyu dinlemekten bıkmayacağım müziğine aşağıdaki adresten ulaşabilirsiniz.