Yılın ilk uzun metraj röportajından herkese merhaba. Doğada geçen filmler gerek atmosferi, gerekse konuları ile çoğu zaman sinema sanatında önemli bir yere sahip olmuştur. Geçtiğimiz yıl ulusal ve uluslararası festivalde birçok ödül kazanan ve yönetmenliğini ilk uzun metrajına imza atan Eylem Kaftan’ın yaptığı Kovan filmi de bunlardan biri. Arıcılık konusu üzerinden insanın doğa ile olan ilişkisine dair anlamlı mesajlar veren ve Meryem Uzerli’nin başrolünde yer aldığı film, annesinin hastalığı üzerine Almanya’dan Artvin’e gelip arıcılıkla uğraşmaya başlayan Ayşe’nin hikayesini anlatıyor.
Filmin yönetmeni Eylem Kaftan ile gerçekleştirdiğim bu röportajda da filme dair merak ettiklerimi, pandeminin sinemaya olan etkilerini ve pandemi sürecinde değişim gösteren izleme alışkanlıklarını konuşma fırsatı buldum ve yönetmenin yeni uzun metraj projesine dair de ufak tüyolar aldım. Uzun ve keyifli bir röportajı uzun bir giriş kısmıyla daha fazla gölgelememek adına dilerseniz röportaja geçelim.
Herkese keyifli ve ilham veren okumalar.
Dilerseniz ilk olarak filmin nasıl oluştuğunu konuşarak başlayalım. Kovan ilk uzun metrajınız ve bu filmden önce kariyerinizde belgeseller var. Belgeseller çeken bir yönetmeni kurmaca bir film çekmeye iten nedenler ne oldu?
Aslında bakarsan ben hiçbir zaman belgesel yönetmeni olarak yola çıkmadım. Üniversite yıllarımdan beri sinema filmi yapma hayalim vardı ama hayaller başka, gerçekler başka ve onu hayata geçirmek başka bir mesele. Koşulların olgunlaşması biraz zaman aldı tabii. Belgesel yönetmeni olmam biraz tesadüftür. Şöyle ki Kanada’da sinema okurken 1999 yılında Türkiye’ye tatile geldiğimde çocukluğumu geçirdiğim Körfez bölgesinde deprem olup burada pek çok ölüm ve yıkım gördüğüm için orada kaçınılmaz olarak gerçeği yansıtmak gibi bir refleks gelişti bende. Etrafımda olup bitenlere kayıtsız kalamazdım. O yüzden Bak Devlet Baba belgeseli Kanada’dan Türkiye’ye geldiğim o ilk sene gerçekleşti. Yaklaşık 20 yıl sonra kurmaca yapmam biraz gecikmiş olarak da görülebilir ama güzel bir başlangıç oldu diyebilirim benim için.
“Her projenin ayrı bir yolculuğu ayrı bir kaderi oluyor”
Daha önce iki kurmaca film yapma teşebbüsüm oldu fakat onlar yapıma geçemediler. Senaryo aşamasında kaldılar. Her projenin ayrı bir yolculuğu ayrı bir kaderi oluyor. Kovan en başından beri yolu çok daha açık bir projeydi. Bir de belgeselden yola çıkarak kaleme alınmış bir hikaye olduğu için benim adıma daha güzel ve yumuşak bir geçiş oldu. Belgeselden kurmacaya geçmiş oldum. İçinde belgesel unsurları gördüğünü söyleyenler de oluyor. Bu hoşuma gidiyor çünkü bilinçli olarak belgesel unsurları katmaya çalışmadım ama ayrıntılara çok düşkün olduğum, doğadan yola çıkarak bir hikaye anlatmaya çalıştığım ve araştırmayı da çok sevdiğim için,araştırmacı titizliğim belgeselcilikten gelen bir refleks- onlar da Kovan’a yansıdı ve güzel oldu diye düşünüyorum.
Filminiz her ne kadar kurmaca olsa da arıcılık mesleğine dair birçok konuya değindiği için de senaryo yazım sürecinde bir belgesel çekecekmiş gibi hazırlanmışsınızdır kesinlikle. Bu sürecin nasıl ilerlediğinden bahsedebilir misiniz?
TRT Belgesel’e şehirden köye göçen, eğitimli, kariyerli insanların doğada kendilerine bir varoluş kurmaya çalışmaları üstüne bir belgesel serisi üstüne çalışıyordum sunucu ve yönetmen olarak. 2015 yazında çok farklı coğrafyalarda -özellikle de Karadeniz ve Doğru Karadeniz’de- çok çarpıcı karakterlerle tanışma şansım oldu. Şehirli çiftçilerin büyükşehirlerden doğaya dönüp burada çaycılık, arıcılık yapan, inekleri, zeytinleri, cevizleri olan insanların burada kurdukları bu geçiş döneminde yaşadıkları duygu iniş çıkışları, yerel halkla yaşadıkları ikilemler, doğayla kurdukları, doğaya karşı verdikleri mücadele ve bundan aldıkları dersler beni çok etkiledi. Bu da bana çok fazla zengin bir malzeme sunmuş oldu. Zengin karakterler ve farklı çalışma noktalarını önceden çalışmış oldum.
Arıcılık, zor ve benim de bilmediğim bir konu olduğu için -yani biraz ucundan yakalamıştım- iyice dibine girmeye çalıştım. O dünyayı yansıtırken, arıcıları temsil ederken bunun bir sorumluluk olduğu -her film büyük bir temsiliyet ve sorumluluk- ve arıcıların temsiliyetinde de sorun yaşamamak için arıcılarla beraber uzun bir araştırma ve gözlem süreci yaşadım. Özellikle Doğu Karadeniz bölgesinde Artvin’de arıcılar dernekleri ile görüştüm. O derneklerindeki arıcılar bana çok yardımcı oldular. Karadeniz’e zaten çok sık gittim geldim.
“Bir ara bütün arkadaşlarım arıcılardan oluştu”
İstanbul’daki hazırlık aşamasında mesela Meryem’in de en büyük korkusu arılar olduğu için Meryem’le beraber Beykoz’da bir arılığa gittik. Orada beraber kovanlara nasıl girilir, arıcı ne yapıyor işte tütsüsü, peteği vs. bunları öğrendik. Ben zaten bir staj aşamasında gibiydim, arıcı stajyer gibiydim. Arıcılarla beraber Meryem de o staj döneminden geçti. Korkusunu yenmeye başladı, arılara yaklaşmaya başladı, onlara nasıl ilgi ve özen gösterilir ve temizlenir vs. bunları öğrenmeye başladı. Benim de bir anda bütün arkadaşlarım arıcılardan oluşmaya başladı. Sürekli beni arıcılar arıyordu. Aklıma takılan bir konu olduğu zaman hep onlara soruyordum. Bir hata yapmamak için ve mantık hatası olmasın diye senaryoyu çok farklı arıcılara defalarca okuttum ve sağlamasını yaptım. Özellikle de Macahel’in kendine daha özgü bir doğası ve yapısı olduğu için, Kafkas arısı ve balı üzerine çalıştığımızdan özellikle Kafkas arıcılarıyla okumalar, sohbetler yaptım ve beraber bir sürü arılıklara gidip arılara dokunmaya başladım.
“Gerçek bir habitatta o dünyayı yansıtan bir film yaptık”
Tabii sadece arıcılar değil arılarla da daha derin bir iletişime geçmeye başladığımı düşünüyorum. Onları anlamaya çalıştım ne kadar anlayabilirsem kendi insan algımla. Benim için her belgeselde inandığım en önemli şey aslında hiç tanımadığım, belki öteki olarak gördüğüm bir dünyanın içine girip o dünyaya dışarıdan değil içeriden bakmaya çalışmak. Burada da bir anda başka bir dünyaya girmiş oldum. O yüzden çok keyifli bir süreçti. Zaten Macahel’in ilk kadın arıcısı olan Melahat Gülbin ve kızı Filiz Gülbin, Kovan’ın en önemli danışmanlarıydı. Bütün bir arıcı aile bir dakika bile bizi yalnız bırakmadılar. Sürekli yanımızdalardı çünkü Kovan’ın senaryo dışında da prodüksiyon anlamında da çok karmaşık birtakım lojistik durumları vardı kovanları hazırlamak gibi. Akşamları tel çekiyorduk ve gerçekten ayı vardı. Biz gerçek bir habitatta o dünyayı yansıtan bir film yaptık, stüdyoda çekmedik. O anlamda da bir sürü netameli konuda o arıcılar prodüksiyon ve lojistik açısından da sürekli yanımızdalardı.
“Kovan”, senaryosunu yazıp çekmiş olduğunuz ilk kurmaca. Bu ilk filminizde “Şu noktayı daha iyi yapabilirdim” dediğiniz yerler oldu mu? Bu film size ne gibi tecrübeler kazandırdı?
Tabii ki pek çok konu var. Diyalog yazmakla ilgili çekincelerim vardı. Diyalog yazma anlamında elimi biraz korkak alıştırmıştım sanıyorum. Belgeselcilikten kurmacaya geçtiğim için çok alışkanlığım yoktu. O yüzden diyalogdan çok görsellere yaslanan bir film yaptığımı düşünüyorum. Bu bir öz eleştiri olabilir. O yüzden sahneleri yeterince uzun tutamamış olabilirim. Belki bazı sahneleri daha uzun tutabilirdim. Diyalogların daha derinliklerine inebilirdim. Daha fazla geçişler yaratabilirdim o diyaloglarda. Orada bir eksiklik hissediyorum. Final bölümünü belki biraz daha güçlendirebilirdim. İçime sinmeyen bazı şeyler var filmde ama yine de hayal ettiğimin % 70-80’ini gerçekleştirdim diye düşünüyorum. Bu da birçok yönetmen için başarılı bir ölçü çünkü usta yönetmenler bile hayal ettiklerinin büyük bir kısmını bazen gerçekleştiremiyorlar. Hiçbir zaman kağıt üzerinde yazdığınız şeyle oyuncuların, mekanın, dekorun, her şeyin bir arada olduğu dünya birebir örtüşmeyebiliyor. O yüzden ben yine de sonuçtan memnunum. Şu an mesela diyalog konusunda daha rahatım. Daha keyifle ve özgüvenli bir şekilde yazıyorum.
Filmin çekimlerinin yapıldığı coğrafya size ne gibi sorunlar yaşattı?
Ben ilk olarak “Macahel’de çekmek istiyorum” deyince prodüksiyon bana şiddetle karşı çıktı çünkü normalde prodüksiyon yapılan yerin en yakınında yani 45 dakika mesafesinde bir hastane olması gerekir. Bizde neredeyse iki saat uzaklıktaydı. O yüzden biraz endişe ediyorduk fakat biz sette ambulans bulundurarak bu sorunu çözdük. Bu da biraz masraflı oldu ama ben o konuda çok ısrarcıydım. Macahel’de olsun istiyordum çekimler. Prodüksiyon da bana daha sonradan zaten “İyi ki Macahel’de çekmişsin” dedi başta çok şiddetle çıkmış olmasına rağmen.
“Çekimler için dağın tepesine yol getirdik”
Acil bir durum olduğunda neredeyse iki saatlik mesafede şehir merkezi ve bolca uçurumlu, sisli, çok tehlikeli bir yoldan oraya tekrar inip tırmanmak gerekiyor. Diğer zorluk da arılığı kurduğumuz yerdi. Arılığı kurduğumuz mekanın etrafında fazlaca derinlik olsun istiyordum yani oradaki o arka plan, o coğrafyanın kendine özgü vadilerden ve dağlardan oluşan o üçgenli derinliğini yansıtsın istiyordum. O yüzden o seçtiğim yerde çekmek istiyordum fakat oraya kamyonların girmesi imkansız gibi bir şeydi. Yol yoktu ve bizim de pek çok büyük araçlarımız (prodüksiyon araçları, ışık araçları, karavanlarımız) vardı. Bunun için de yol açmak zorunda kaldık. Yol açmak için birkaç gün uğraştık. Yol getirdik yani oraya dağın tepesine. Arılığı kurduğumuz mekan çok dik bir yamacın üstündeydi. Bu dik yamaç da bazen riskli durumlar yaratabiliyordu. Prodüksiyondan biri ya da bir oyuncu koştuğu zaman tehlikeli olabiliyordu. Özellikle gece sahnelerde çok zor oldu. Ayının Ayşe’ye saldırdığı, Ayşe’nin de karşılık verdiği bir gece… O gece sahnesi en zorlu çekim yaptığımız gecelerden biriydi çünkü hem ayı vardı, hem inanılmaz bir yağmur başladı, gecenin bir yarısında çekmeye çalışıyoruz, zaten çok dik bir yamaç… O dik yamacın üstünde prodüksiyon ve oyuncularla sağanak yağmurun altında kaldık ve ne yapacağımızı bilemedik. Bir saat çadıra girip yağmurun dinmesini bekledik. Yağmur dindikten sonra sahneyi tamamlamamız gerekiyordu. Çok ıslaktı zemin ve Meryem’in orada elinde tüfek aşağıya doğru koşması gerekiyordu. Ayının da o dik yamaçta dört ayağının üstünde gitmesi gerekiyordu. Oraları biraz tehlikeli ve zorluydu ama bir şekilde her şeyi istediğimiz gibi başardık ve bütün zorluklara rağmen “İyi ki orada çekmişim” diyorum.
Filmin senaryosunu yazıp çekmeden önce arıcılığa dair bakış açınız neydi? Film sonrasında neler değişti?
Bu bir anda öncesi ve sonrası olan bir algı değişikliği değil çünkü ben hala arıcılığa dair çok şey öğreniyorum ve bir şeyler okumaya çalışıyorum. Öğrendikçe yeni şeyler öğrenmek istiyor insan ve arıların ne kadar büyüleyici ve etkileyici bir dünyaları olduğunu görüyorsun. Bir yandan da manevi tarafından baktığında yeni anlamlar kazanıyor. Mesela ben onun sembolik anlamlarına dair sürekli yeni şeyler keşfediyorum. Birisi bana “Sen oyunculardaki balı çıkartmasını biliyorsun arı gibi” diyor. Yani onun böyle kendi hayatımda, kendi anlam dünyamdaki yansımalarına dair çok güzel şeyler keşfediyorum.
“Pandemi Dönemi Bizi Daha Çok Doğaya Çağırdı”
Onun dışında bilimsel olarak zaten çok şey öğreniyorum. Mesela “Kovan filmi gerçek oldu. Bir arıcı kadın pandemide kuafördü, arıcılığa başladı” gibi bir haber okudum. Yani sanat hayatı taklit ediyor ama hayat da sanatı taklit ediyor gibi. Yol aldıkça yeni anlamlar kazanıyor. Bir de pandemi döneminde özellikle modern hayatın çıkışsızlığı ve tıkanıklığı bizi daha çok doğaya çağırdı. Bütün dünyada insanlar doğaya dönmeye başladılar. Küçümsedikleri çiftçilik mesleği daha önemli olmaya başladı. Belki de geleceğin en önemli mesleği haline gelecek. Bugün dünya nüfusunun çok büyük bir çoğunluğu şehirlerde yaşıyor ama pandemi sürdükçe şehirler daha yaşanılası yer olmaktan çıkacaklar ve arıcılık veya doğayla ilişkili meslekler olsun daha çok önem kazanacak. İnsanın kurtuluşunu da burada düşünüyorum.
Annesinin hastalığı üzerine Almanya’dan Türkiye’ye gelen, Türkçe’yi sempatik bir aksanla konuşan ve hayatını bir türlü rayına oturtamayan bir karakter izliyoruz. Filmin senaryosunu ben yazsaydım hiç kuşku yok ki bu rol için ilk olarak Meryem Uzerli’yi düşünürdüm ve yazdığım sahneleri de zihnimde canlandırırdım. Siz bu karakteri oluştururken oyuncu seçenekleriniz arasında Meryem Uzerli var mıydı?
Bu karakterimiz Ayşe aslında senaryonun orijinal versiyonunda Almanya’dan değil İstanbul’dan geliyordu. Nereden ve hangi şehirden geldiğinin çok büyük bir önemi yoktu aslında benim açımdan çünkü önemli olan bir metropolden geliyor olmasıydı. Meryem dahil olduktan sonra onu Almanya olarak değiştirdik çünkü aksanı da olduğu için onu daha gerçekçi kılmak gerekiyordu. Zaten bir Gürcü kızına da benzedi saçları siyaha boyanınca. O yüzden hem aksanı olsun hem fiziksel özellikleri olsun, hem o şehirli şaşkınlığı, sakarlıkları ve biraz dışarıdan yabancı biri gibi bakması olsun karaktere oturdu diye düşünüyorum.
“Artvin’in köy evlerinde yüksek lisanslı, doktoralı insanlara rastlayabiliyorsunuz”
Özellikle o bölgede çocuklarını çok küçük yaşta Hollanda’ya, Almanya’ya, Avusturya’ya, Fransa’ya yollayan çok fazla aile var. Artvinliler Türkiye’nin en eğitimli halklarından biri. Köy evlerinde yüksek lisanslı, doktoralı insanlara rastlayabiliyorsunuz. Eğitime çok önem verdikleri için de çocukları çok erken yaşta yurt dışına gönderiyorlar ve bunu hiç yadırgamadılar.
Film, insanın doğaya hükmetme arzusuna dair de ayakları yere sağlam basan ve vermek istediği mesajları da Ayşe’nin duyguları, yanlış kararları ve pişmanlıkları üzerinden ileten bir yapıya sahip. İnsanın doğaya karşı hükmetme duygusuna dair siz neler düşünüyorsunuz?
İnsanın doğaya hükmetme duygusu aslında insanın çaresizliğinden, ölüm korkusundan, kendine güvenli bir alan yaratma arzusundan kaynaklanıyor çünkü doğa tahmin edilemez ve yaratıcı olduğu kadar yıkıcı unsurlara da sahip. İnsan bazen kendini korumak için daha savunmacı reflekslere sahip olabiliyor.
“Doğaya müdahalemiz yıkıcı sonuçlar doğuruyor”
Hükmetme insanda çok hakim. Bunun yıkıcı sonuçlarını yine pandemiye bağlayabilirim. Pandemide doğanın dengesini bozmanın ölümcül sonuçlarını gördük. Kafkas arısının gen merkezi olduğu, doğanın üstüne titrendiği, Macahel halkının kendi gen saflığına çok önem verdiği bir yerde Ayşe, yeterince verimli değil diye dışarıdan arı getirmeye kalkıyor. O ırkı ve geni bozuyor. Aslında şu an bütün dünyada gördüğümüz bir şey yani bizim doğaya müdahalemiz yıkıcı sonuçlar doğuruyor. İnsanın doğaya hükmetmesi yerine doğaya dönmesi gerektiğini düşünüyorum. İnsanın özünün doğa olduğunu düşünüyorum. Doğadan uzaklaşmışız, o yüzden bu şehir hayatında bunalıyoruz.
Kısa veya uzun metraj fark etmeksizin filmlerde hayvanlarla çalışmak oldukça zahmet isteyen bir iştir. Bu ilk kurmaca filminizde arıların ön planda olduğu sahnelerin çekimleri sırasında zorluklar yaşadınız mı?
Arıların planda olduğu çekimlerin sahneleri kolay değildi tabii. Özellikle bir sahnede arılar kendi içinde çok sinirlendiler. Biz zaten onlara genel olarak hassasiyet göstermeye çalıştık. Kilometrelerce ötedeki polen kaynağını kovana titreşimle haber verdikleri için arıların titreşimlerini bozmamak gerekiyor. Cep telefonuyla onlara radyasyon yaymamak ve konuşmamak gerekiyor. O yüzden onlara hassasiyet göstermeye ve çok sessiz olmaya çalıştık olabildiğimiz kadar 40-50 kişilik grupla.
Filmin bir doğa filmi olmasından dolayı da ekip olarak doğayla daha uyumlu olmamız gerektiğinin farkındalığına sahiptik. O yüzden o bir inziva gibi adeta sessizlik içinde çalıştık ama arada sinirlendikleri birkaç an oldu. Orada biraz kaotik durumlar oldu. Bir anda arılar ekipten insanlara saldırdılar. Hakan Karsak’ı bir sahnede beş tane arı soktu. Başka ekip üyelerini de soktu. Biz nasıl önlem alırsak alalım arılar sizi sokabilir ve öyle bir risk var. “Bu riski alıyor musunuz” diye başladık. Onlar da o riski aldılar. Arılar tarafından sokula sokula filmi tamamladık. Onlar da bizi aşılamıştır diye düşünüyorum.
Avrupa’da okuyup büyüyen fakat bir anda asıl köklerinin olduğu topraklara dönen bir karakter izliyoruz filmde. İlk başlarda her ne kadar kafasının dikine gitse de karşılaştığı zorlu ve vicdani çatışmalar onun karakterini de özüyle birleştiriyor. Ayşe’nin bu dönüşümünü yazdığınız anlarda o narin dengeyi nasıl kurdunuz?
Çok teşekkür ederim narin denge dediğiniz için. Ben hayata biraz diyalektik bir süreç olarak bakıyorum. Belki felsefe eğitimimin etkisidir. Psikolojiyle çok ilgiliyim ama asıl altyapım felsefede. O yüzden hayatta hep belli aşamalardan geçip onlardan ders alıp başka bir aşamaya geçiyorum. Burada da Ayşe’nin yaptığı hatalar, önce doğaya müdahale etmesi, hükmetme çabası, tahakküm altına alma çabası; ardından doğa ananın ona karşılık vermesi, bunun sonucunda yaptığı hatalarla ağır bir şekilde yüzleşmesi ve yalnızlaşması…. Bu yalnızlık ve yüzleşmenin sonucu olarak da bunlardan dersler çıkarıp yeni bir algı ve akışla doğaya bakması, vicdanını temizlemeye çalışması ve kendini affettirmeye çalışmasını görüyoruz.Bu da güzel bir yolculuk. Mücadele ve acı ne kadar büyükse bazen o insanın ruhunu da güçlendirebiliyor. Ben de böyle bakıyorum hayata. Hayata bakışımı yansıttım. Narin bir dengeyi yansıtabildiysem de ne mutlu bana.
Kadın bir yönetmenin kadın bir başrol oyuncusuyla çalışması ne gibi avantaj ve dezavantajlar getirdi size? Başrol karakteriniz senaryoyu yazarken zihninizde canlandırdığınız o karakterle ne kadar uyuştu?
Bana bazı insanlar “Aaa kadın yönetmen, kadın oyuncu… Allah kolaylık versin size.” dedi. Erkeklerin dayanışması daha kolay da kadınların dayanışması daha zor olur gibi düşündüler. Tam tersine biz Meryem’le kız kardeşlik ilişkisi kurduk. Setten önce hikaye, senaryonun üstünden geçme, okuma provalarında ve bütün bu çekimlerde de, çekimlerin ardından bir buçuk yıl sonra bugünlerde filmin dünya çapında tanıtımı, pazarlanması, satışıyla ilgili olan süreçte de biz çok güzel bir kız kardeşlik ilişkisi kurduk kendi aramızda. Kovan bizim aramızda özel bir duygusal bağ kurmamıza neden oldu. Ben Meryem’den çok mutlu oldum. Güzel geçti onunla çalışmak çünkü çok komplekssiz ve disiplinli bir insan.
Benim için en önemli şeylerden biri oyuncunun repliğini unutmaması. Hiçbir kelimeyi dahi unutmayan, ezberini tam yapmış, anadili Türkçe olmamasına rağmen bu konuda beni asla yormayan ama bunun ötesinde de duygu ve varlık olarak kendini %100 ortaya koyanve bütün bunların üstüne de o zorlu dağ koşullarında bir an bile yüzünden gülümsemeyi eksik etmeyen, şikayet etmeyen bir insan. O yüzden birbirimize çok güç ve güzel enerji verdik. Çok da güzel uyuştu diye düşünüyorum yazdığım karakterle diye düşünüyorum.
Pandeminin en çok etkilediği sektörlerin başında da sinema geldi. Aylarca kapalı kalan sinema salonları yaz aylarında tekrar açıldı fakat istenilen seyirci sayılarına ulaşılamadı. Sizin filminiz de pandemi sürecinde seyircisiyle buluştu. Bu zorlu sürece rağmen filminizi sinema salonunda seyirciyle buluşturmak nasıl bir duyguydu?
Ben böyle cesur bir karar verip pandemide Kovan’ı vizyona soktum. Çok büyük bir izleyici kitlesiyle buluşmayacağını biliyordum ve riski göze aldım çünkü hem bakanlığın bazı sorumluluklarını yerine getirmemiz gerekiyordu hem de tekrar ne zaman vizyona girecek gibi bir stresi yaşamak istemedim. Önümüzdeki dönem de karanlık görünüyordu. Eylül ayı bana iyi bir süreçmiş gibi geldi. Tabii insanların bir sinema alışkanlığı tekrar kolay kazanılamadı yani çok kısa bir süre sinema salonları açık kaldı ama olağanüstü bir ilgi gördü film basın tarafında. Yüzlerce yerde haber, röportaj, söyleşi çıktı, çok konuşuldu. Çok sıcak bir ilgi gösterdi çok farklı kitleler. Bu beni çok mutlu etti. Çok sevildiğimi, değer gördüğümü hissettim. Zaten dediğim gibi ticari bir kaygım yoktu filmle ilgili.
“Benim için Kovan’ın sinemada izlenmesi, televizyonda izlenmesinden çok daha kıymetli”
Normal koşullar altında bu kadar tanıtımla çok daha iyi bir izleyici kitlesiyle buluşabilirdi ama ben o dönemde soktuğum için mutluyum. Sektör açısından üzücü çünkü pek çok salon kapandı, iflas etti, başka işler yapmak zorunda kaldılar. Çok büyük bir darbe aldı sinema. Biraz sinema salonlarına da destek olsun diye çıkmak istedim. Benim için Kovan’ın sinemada izlenmesi televizyonda izlenmesinden çok daha kıymetli bir şey çünkü çok sinematik bir film. O mekana sizi çağırıyor. İnşallah sinema kendini toparlar bu süreçten sonra. Şimdi daha güzel haberler olacak Kovan’la ilgili. Yakında duyurusunu yapacağız.
Pandemide sinema seyircisinin izleme alışkanlıkları da oldukça değişti ve dijital platformlar inanılmaz değer kazandı. Bu konuya bir sinemacı olarak nasıl bakıyorsunuz? Sizce online film festivalleri ve dijitalde prömiyerlerini yapan filmler sinema sanatında önümüzdeki yıllarda ne gibi sonuçlara yol açabilir?
İki sene önce biz bu filmin yapım tasarımını oluştururken hiç böyle bir dünya öngörmüyorduk. Çok şey değişti. Bütün bu kurumların seyirciyle kurdukları ilişki değişti. Şu an iki sene sonrasını tahmin bile edemiyorum. Çok hızlı değişiyor her şey. T.C. Kültür ve Turizm Bakanlığı’nın salonlara destekte bulunduğunu biliyorum. Bunun için teşekkür ediyorum. Diğer ülkelerde de çok ciddi yardımlar yapıldı. Bu ancak devlet desteğiyle kendini toparlayabilir. Devletin salonlara destek olması lazım. Normal hayata döndüğümüzde de tekrar filmler çekilip salonlarda gösterilmesi lazım ama bizim izleyicimiz bu konuda sınavı pek geçemedi. Başka ülkelerde sinemalara gidiş biraz daha yüksekken Türkiye’de çok düşük kalmış. Çok farklı mekanlar, kafeler dolarken, sinemaya neden gitmiyor insanlar ve sinemayı korkutucu bir yer olarak görüyorlar ben bunu anlayamadım. Biraz daha bu konuda hem kurum ve kuruluşların hem de sinemaseverlerin daha duyarlı olması lazım çünkü bütün önlemler alınmıştı. Zaten boştu salonlar. O yüzden umarım sektör bir araya gelip sinemayı tekrar ayağa kaldırmak için gerekli çalışmaları yapar diye düşünüyorum.
Ben çok uzun süre filmi dijital festivallere vermek istemedim ama daha sonra yavaş yavaş fikrimi değiştirerek festivallere verdim. Bunun da güzel geri dönüşlerini gördüm. Mesela Hong Kong’da bir festivalde online gösterildi. Çok tatlıydı çünkü Hong Kong’ta film gösterildikten sonra sinema salonuna direkt Zoom ile konuştum perdeden. Gönül isterdi ki fiziksel olarak Hong Kong’da olsaydım, Norveç’te olabilseydim, başka yerlerde… Tekrar gerçek izleyiciyle buluştuğumuz gerçek gösterimlere döneriz çünkü onun çok ayrı bir tadı var.
Röportajımıza bir sonraki projeniz hakkında konuşarak noktalayalım isterseniz. “Gerçek Bir Kadın” bizlere nasıl bir hikaye sunacak? Ufak tüyolar alabilir miyiz?
Gerçek Bir Kadın, genç ve 20’lerinin ortasında bir kadın. Benim Kanada’da sinema okuduğum yıllarımdan esinlenerek bir kadının eline kamera alıp Doğu ve Güneydoğu Anadolu’da bir cinayetin izini sürmeye çalışmasının hikayesi. Bir yol hikayesi aynı zamanda. Polisiye unsurlar barındırıyor. Biraz Anadolu coğrafyasının mekânsal olarak western’lerdekine benzer bir şekilde kullanıldığı yol hikayesi.