Eziyetli bir yaşamdan kaçışı süsleyen büyük umutlara tutunmak, doğrudan hayata tutunmak anlamına gelir. Hayata yeniden dönüş için sunulan yepyeni fırsatlar, büyük bir minnet hissini de beraberinde getirir. Fakat bazen tatlı rüyaların gölgesinde saklı kabusların varlığını tahmin edebilmek bir hayli zordur. Zorlu bir yaşamın ardından yeni bir hayat kurmayı hedefleyen mimar László Toth’un Amerika’ya kaçışı ile beraber yaşadıklarını anlatan The Brutalist filminin başrollerinde Adrien Brody ve Felicity Jones yer alırken yönetmen koltuğunda Brady Corbet oturuyor. Büyük kaçışın ardından Amerika’daki akrabasının yanına giden László, ilerleyen zamanlarda ailesini de Amerika’ya getirir. Akrabası Attila’nın ve sonrasında Amerikalı iş insanı Harrison Lee Van Buren’in yanında iken yaşadığı olaylar László için geçmişteki çileli yaşantısının hazin bir devamı şeklinde olacaktır.
László film boyunca Amerikan Rüyası’nın acımasız yüzünün kurbanı oluyor. Özgürlük Heykeli ile sembolleştirilen ‘fırsatlar ülkesi’ algısının, tersten gösterilen Özgürlük Heykeli görüntüsünün temsil ettiği şekliyle büyük bir kabusa dönüşmesini etkileyici bir dille anlatıyor film. Akrabası Attila’nın yanında mesleki meziyetlerini kullanarak göz dolduran László, Attila’nın Amerikalı eşinin iftirasına kurban gidiyor. Yaşadığı bu ilk ciddi hayal kırıklığının sonrasındaki zorlu günlerden çıkış biletini daha önce tatsız bir şekilde tanıştığı Harrison sunuyor. Attila’nın eşi ile temsil edilen nefret kavramının hemen yanına, Harrison ile sembolleştirilen sömürü kavramı konuluyor. László’da bulunan her olumlu özellik, Harrison’daki aşağılık kompleksinin artmasına sebebiyet veriyor.
László’nun fiziksel engelli eşi de Amerika’ya geldiğinde ailecek Harrison ve çevresi için bir ilgi odağı haline gelirler. Fakat koyu bir ırkçılığın hakir gören tutumundan başka bir şey değildir bu ilgi. Göçmen temalı filmlerde özellikle İtalyan ve İrlandalı göçmenlerce yaratılan suç dünyasının Amerika’daki etkileri sıklıkla aktarılırken bu filmde göçmenlerin maruz kaldıkları hayat şartları sonrasında yaşadıkları kırılmalara ışık tutuluyor. İyi koşullar beraberinde kanunlara saygılı bir bağ meydana getirirken kötü koşulların ya bir terk ediş ya da geri dönülmez bir suç bataklığının oluşumuna hizmet ettiği düşüncesi meydana çıkıyor filmde. Bir nevi etki-tepki prensibinin yol açtığı reddedilme hissinin tatsız finali.
Harrison’un aile geçmişine dair verdiği bilgiler de ortamın dünü ve bugünü arasındaki benzerliğin ipuçlarını sunuyor. Fırsatı sadece bencil bir talepkarlık olarak görmenin nihai sonucu Harrison için de felaket oluyor. Mimar olan László’nun filme adını veren Brutalist mimari akımını temsil eden mimari eserleri de film için yerli yerinde bir metafor. Benzer tipte, sade, salt betonla kaplı bir dış cepheye sahip ve yeni bir düzen kurulumunun habercisi olma ile ifade edilen mimari akımın müjdeci ve gösterişsiz bir görsellikle László’nun insanlar ve olaylarla olan ilişki şeklini yansıttığı söylenebilir. Sürekli isteyen ve istedikçe de sınırsız bir doyumsuzluğa göz diken bir sistemin içinde sade kalmanın ve yeniden var olma isteğinin bedeli ise ağır olacaktır.
Adrien Brody’nin oyunculuk performansı tek kelime ile harika. Müsamahasız bir sömürücülüğün temsili olarak Harrison’a hayat veren Guy Pearce de göz dolduran bir performans sergiliyor. Filmin, daha önce çekilmiş göçmen filmlerindeki temsillere selam çakan sahnelere sahip olması bir hayli çarpıcı. Oyuncuların ruh halindeki değişimlerin perdeye ustalıkla aktarılmasında yönetmen etkisinin payı bir hayli büyük. Müziklerin filmle beraber eş zamanlı yürüyüşü de filme ayrı bir derinlik katıyor. Film süresinin uzunluğu bir handikap değil. Bilakis izleyici konsantrasyonunun dağılmasını önleyen öykü gelişimleri için makul bir zaman dilimi sunuyor.
László’nun yaşamı, yeryüzünde bugün de türlü eziyetler içerisinde yer alan insanların hazin hikayelerine dair farkındalık yaratması potansiyeli bakımından önemli. Zira yıllar değişse de kötünün tahakkümü, iyinin yaşamında her daim büyük bir kambur.