Wild, ana karakterinin doğada yaptığı yolculuğu içsel bir sürece dönüştürme aşamasında sık sık tökezlemekten kurtulamayan bir yapım.
Wild filminin yönetmeni Jean-Marc Vallée’nin sinemasını nasıl tanımlarız sorusunun akla gelen ilk cevabı ‘biçimciliği öne çıkaran bir tarzın temsilcisi’ olduğu yönünde olabilir. Café de Flore ve C.R.A.Z.Y. seyirciyi renkli dünyalara misafir etmesi ve hikâyenin şekillenmesinde kurguya büyük önem atfedişi gibi yönleriyle öne çıkan filmlerdir. Hatta Dallas Buyers Club her ne kadar hikâyeyi öne çıkartan bir anlatım tuttursa da, kurgunun hissedilir ağırlığının olduğu bir filmdir. Yönetmenin sinemasında hikâyenin merkezine yerleştirdiği ana karakter(ler)i güçlü yan oyuncularla ve çatışma unsurlarıyla besleyen, renkli olduğu kadar hayata dair gerçekçi gözlemlerde yapan bir sinema dili dikkat çeker. Yönetmenin son filmi Wild ise yaşanmış bir olaydan hareket ediyor., Yine merkezine aldığı ana karakterini zorlu (!) bir doğa yolculuğuna çıkarırken aslında türün klişelerinden içsel bir yolculuğu alt metine yerleştiriyor. Özellikle hem kadın oyuncu dalında Reese Witherspoon’un, hem de yardımcı kadın oyuncu dalında Laura Dern’in Oscar adaylıklarıyla popüler gündemi de meşgul eden bir film oldu Wild, tabi ki merak unsurunu da bolca arttırarak. Peki film bu merakın karşılığını ne kadar veriyor? İşte o nokta biraz sıkıntılı, dilimiz döndüğünce anlatmaya çalışalım…
Wild’ı hem yolculuğa çıktığı türün içerisindeki performansı açısından, hem de çıktığı içsel serüveni ne denli zengin bir içerikle donattığı hususu üzerinden tartıya koyabiliriz. Sean Penn’in yönetmekten öte ilmek ilmek, katman katman dokuduğu bir hayat panoraması olarak nitelendirilebilecek Into the Wild filmi modern bir başyapıt olduğu kadar, Wild gibi gerçek bir olaydan uyarlanma bir eserdir. Doğaya kendini vururken tüm maddi varlıklarından (kendini sınırlandıran ‘maddi’ kelepçelerden), aidiyet bağlarından kurtularak ruhsal bir arınma/kendini bulma sürecine dahil olan karakterin yolculuğu felsefi olduğu kadar sert bir kapitalizm/materyalizm eleştirisi de içerir. Tabi ki bir filmi Into the Wild ile kıyaslamak daha en baştan yanlı(ş) bir değerlendirmeye işaret etse de, bu noktada amaç kıyastan öte türün abc’sine sonuna kadar hakim bir filmin bir anlamda nirengi noktası konumuna oturtulmasıdır. Her ne kadar yola çıkış motivasyonları farklı olsa da, doğaya yapılan yolculuğu içsel bir arınma/yeniden yapılanma sürecine tahvil etmeleri dolayısıyla ortak paydada buluşturabiliriz bu iki filmi.
Wild daha ilk sahnesindeki acıyı, fiziksel yıpranmayı karakteri üzerinden oldukça naturalist bir görsellikle seyirciye sunarken, karakterinin yolculuğun zorlu bir noktasında olduğu izlenimini veriyor; ayrıca karakteri doğada bekleyen daha çetin bir süreç olduğunu da işaret ediyor. Sonrasındaysa ileri-geri gidişlerin ‘sıkça(!)’ kullanıldığı bir kurgu tercihiyle karakterin doğadaki yürüyüşünün motivasyon kaynaklarına ve çıkış noktasına doğru adım adım ilerleyen katmanlı bir anlatım benimseniyor. Hatta karakterin doğadaki çoğunlukla yalnız yürüyüşünde hep yanında tuttuğu iç sesi aracılığıyla hemen filmin başında öğrendiğimiz eşini aldatması ve boşanmaları sonrası girdiği ruhsal bunalım ve dağılışı sonrası doğaya kaçış kararını verdiği bilgisi bir ipucu işlevi görüyor. Bu anahtar neden üzerinden ilerlerken açılan katmanların son halkalarında karakterin çok daha derin psikolojik sorunlarının varlığına da şahit oluyoruz. Babasız büyüyen karakterimizin özellikle arasında güçlü(!) bir bağ kurduğu annesini kaybetmesi sonrası yaşadığı psikolojik çöküşle beraber, uyuşturucu ve kontrolsüz, sınırsız seks alışkanlığı ve eşinden boşanmaya kadar giden süreç karakterin de yapılandırılmasının en kilit aşaması oluyor doğal olarak. Fakat bu kağıt üzerinde gayet tutarlı ve karakterle özdeşleşme yaşanması muhtemel tablonun sinema perdesinde ele alınma ve yansıtılma şekli/tercihleri beraberinde kimi büyük sıkıntılarıda getiriyor. Öncelikle sorunun ana kaynağı olarak öne çıkartılan anne kaybı teması; Laura Dern tarafından canlandırılan annenin neredeyse bir masal unsuru gibi gerçeklikten uzak veya karikatür bir karakter sığlığında çizilmesiyle beraber ilk darbeyi yiyor. Ayrıca anne-kız arasında bir türlü tutturulamayan kimyanın da ötesinde ilişkilerini derin bir bağlılığı gösterircesine özel kılacak neredeyse hiçbir ayrıntıya yer verilmemesi, ortaya hem ciddi bir inandırıcılık ve vuruculuk sorunu, hem de karakterin derdini, motivasyonunu anlama yolunda özdeşleşim sıkıntısı çıkartıyor.
Filmin girişindeki naturalist detayın seyirciye imlediği ‘fiziki’ acıların, dayanıklılığın yolculuk süreci hakkında oluşturduğu beklentinin karşılığının da verilmediği rahatlıkla söylenebilir. Filmin uyarlandığı kitapta yolculuğun nasıl ele alındığı, hangi detaylara yer verildiği hakkında bir bilgim olmadığı için, ‘uyarlamanın başarısı’ üzerine bir yorumda bulunmak doğru olmayacaktır. Fakat seyirci olarak bize sunulan perdedeki görüntü verisi üzerinden baktığımızda, karakterin doğadaki yolculuğunun fiziki aşamalarının, zorluklarının hem boyutu hem de doğanın kişinin ruhsal terapi sürecindeki etkisi üzerinden yorumlamalar yapabiliriz. Yönetmen, karakteri üzerinden çok büyük ve sınav niteliği taşıyacak, bir anlamda mücadelenin ve azmin büyüklüğünü vurgulayacak denli ‘etkin’ ve ‘işlevsel’ bir doğa kullanımı ortaya koyamıyor. Bu noktada karakterin oyunculuk yelpazesinin farklı renklerini, ayrıntılarını keşfetmesini sağlayabilecek bir ‘fiziki’ mücadele ortamının eksikliğinden bahsetmek mümkün. Ez cümle, yönetmen ilk sahnede yarattığı beklentiyi bir adım öteye taşıyabilecek girişimlerde bulunmuyor; aslında karakterin fiziki olarak dayandığı ‘sınırın sonunu’ gösteren bir başlangıçla seyircide yaratabileceği hayal kırıklığı potansiyelininin de fitilini ateşliyor.
Karakterin yolculuğunun asıl odaklanılması gereken manevi tarafına baktığımızda da temelini doğru hamlelerle kuramayan ve olgunlaşamayan bir dramatik çatıdan dem vurabiliriz. Bahsettiğimiz üzere annenin karakterin hayatındaki ‘yeri doldurulamaz’ konumunun muğlak ve karikatürize bir anlam bulutunda yerini tam bulamaması dışında, yine çok büyük bir etkinin baş aktörü boşandığı kocasıyla aralarındaki ilişkinin neredeyse hiç bir detayına yer verilmemiş olması, yolculuğun asıl çıkış noktasının ne denli kaygan ve çürük bir zemine oturtulduğunun göstergesi oluyor. Kardeş karakterinin hikâyeye nasıl bir etki yaptığının gerçekçi herhangi bir izahının da yapılamadığı düşünüldüğünde, onun da geçmişin karanlık tablosunun içerisinde günahı çıkartılması gereken bir unsur olarak kodlanışı, temeli biraz daha zayıflatmaktan öte bir katkı yapmıyor. Karakterin yolculuğunda olmazsa olmaz iç sesin bir anlamda hatırlama/sorgulama/terapi işlevini yerine getirdiği görülüyor. Aynı şekilde okuduğu kitaplardan yaptığı alıntıları gittiği yerlerdeki rehber niteliğindeki defterlere yazarak, bir yandan geçirdiği manevi süreci özetlerken, kendisinden sonra defterlere ulaşan gezginlerle aralarında görünmez ama etkili bir ruhsal birliktelik, ereksel paydaşlık yaratılmış oluyor. Bunlara karşın hem doğanın bu sürece zemin olacak güçlü ve işlevsel bir faktör olarak değerlendirilememesi hem de karakterin güçlü motivasyon kaynaklarından yoksun yollara düşüşü, yaşayan bir ‘doğa-insan’ etkileşimi sağlayamadığı gibi, karakterin derinlikli bir ruhsal dönüşüm geçirememesine de yol açıyor. Karakterin yola çıktığındaki ve yolculuğun sonundaki ruh hali karşılaştırıldığında ciddi bir yeniden yapılanma veya arınma gerçekleşmediği fark ediliyor. Ayrıca 95 günlük bir yolculuğun perdeden seyirciye yayılan hissiyatının, ruhsal yoğunluğunun kesinlikle bu süreyi karşılamadığı iddia edilebilir. Karakterin yolculuğun sonlarına doğru söylediği gibi “yalnızca bir geçmişi hatırlama” işlevi gördüyse yolculuk, bu seferde önemli bir soru dikiliveriyor karşımıza: O zaman bu denklemde ‘doğa’nın işlevi tam olarak ne? İşte, bu ‘basit’ soru doyurucu cevaplar içermeyen bir kaosa, hatta gizli bir mayına dönüşebiliyor hikaye içerisinde.
Jean-Marc Vallée’nin filmografisinde kurguyu etkin bir şekilde kullandığı kabul edilebilir bir gerçeklikken, Wild filminde olumsuz manada ders niteliğinde bir kurgu anlayışı geliştirdiği söylenebilir. Sinema tarihinin belki de en fazla geriye dönüş efektini kullanan filmlerinden birisi olan Wild, filmin başlarında etkili uyum kesmeleri kullanıyor ve nedensellik bağlantıları kuruyor gibi gözükse de, bir süre sonra dur durak tanımayan ileri-geri dönüşler, fazla hesaplı şekilde kurulan bağlar hikaye anlatmının da sekteye uğramasına neden oluyor. Geri dönüşler belki karakterin geçmişinde yaşadığı bilinmezleri aydınlatma işlevi görüyor olsalar dahi, sağlam olmayan temeller üzerinde sallanan ‘geçmiş’, bugüne doğru pasları atan etkin bir asistçiye dönüşemiyor. Amma velakin karakterin geçmişini katman katman aydınlatarak hem seyircinin ilgisini diri tutma hem de gitgide genişleyen bir portre çizmesi bakımından filmin doğru bir ‘kurgu ritmi’ yakaladığı notu düşülmeli.
Son olarak, karakterin geçmişinin karanlık bölgelerinden olan cinsellikle kurduğu ikircikli ilişkiye bakalım. Karakterin annesinin ölümünün ardından uyuşturucu ve kontrolsüz bir cinsel ilişki darboğazın yakalandığı görülüyor. Eşiyle boşanmalarına dahi yol açan bu raydan çıkmışlık yola çıkmasının da önemli etkenlerinden birine dönüşüyor. Hikâye içerisinde de sık sık tanımadığı erkeklere ‘teslim olmuş, kendini bulunduğu ortamdan soyutlamış’ bir halde görüldüğü yasak cinsel ilişki ve uyuşturucu alma sahnelerine geri dönüşlerle karakterin içine düştüğü çıkmaza vurgu yapılıyor.
Karakterin nefsiyle kurduğu ve çoğunlukla yenik çıktığı orantısız ilişkinin bir yansıması olarak yolculuğa yanında bir düzine prezervatifle çıktığı, hatta kendisinin dahi bu paradoksa ironik biçimde yaklaştığı görülüyor. Ama yine de yanına birkaç tanesini almaktan kendini alıkoymuyor. Yolculuğun büyük bölümünde geçmişi hafızasından silinmişçesine cinsellikle arasına kalın duvarlar ördüğüne şahit olduğumuz karakterin ‘bilinçli’ bir cinsel arınma yaşadığı izlenimi veriliyor. Hatta erkeklere karşı savunmaya geçtiği ve korkuyla sarmaladığı bir tepkisellik geliştirdiğine de tanık oluyoruz bu durumu desteklercesine. Bir yandan çok sevdiği eşini aldatmasından duyduğu vicdan azabıyla, geçmiş bir kabusu andırırken, yolculuğun sonlarına doğru hiç tanımadığı bir erkekle yaşadığı cinsel perhizini bozduğu ilişki ve arkasından gelen sahil sahnesindeki eşine olan duygularının klişe bir yolla olsa da tekrarı ortaya tam bir ikircikli ruh hali çkartıyor. Karakterin eşinden(erkeğinden) bağımsız, manevi anlamda da özgürleştiği bir kadınlık temsiline doğru yol aldığı yorumu yapılabilecekken, sahil sahnesi bir bakıma kafası karışık bir ruh halinin de altını çiziyor. Aslında bu nerede duracağını tayin edememiş ruh hali filmin de genel olarak duruşunun küçük bir temsili olarak okunabilir.
Filmin iki oyuncusu Oscar adaylığı elde edince bu performaslara ayrı bir gözle yaklaşmak işin doğasında var belki de. Reese Witherspoon küçük de olsa fiziksel bir değişim geçirdiği rolünü vasat bir oyunculukla yerine getirirken, senaryonun zengin bir karakter portresi çizememesinden kaynaklı olarak kısıtlı malzemeyi taçlandırmaya çalışıyor. Performansına genel olarak değerlendirdiğimizde ise akılda kalıcı bir oyunculuk sergilemediği ve Oscar adaylığının yanlış bir karar olduğu tespiti gönül rahatlığıyla yapılabilir. Laura Dern’in filmdeki performansının ise silikten öte karikatür bir boyuta hapsolduğu görülüyor; doğal olarak Oscar adaylığına en çok şaşıranın bizzat oyuncunun kendisi olduğu yorumunu dahi yapabiliriz.