“Risk Alıp Kendimi Zorlamayı Seviyorum”

Söz Kısa Filmcilerde röportaj serisinin 84. haftasından herkese merhaba. Filmlere olan tutkusunu küçüklüğünden bu yana içinde taşırken kurumsal yaşamda beyaz yakalı olarak çalışan fakat daha sonra sinema sektörüne geçiş yapan pek çok yönetmene şahit olabiliyoruz. Onlardan biri olan ve aynı zamanda edebiyat alanında da üretim gerçekleştiren Bahri Baykal, bu haftaki röportaj konuğum olacak. Yönetmenin başrolde İbrahim Selim’e şans verdiği kısa metrajı Seçim, pek çok adayın katıldığı kiralık katil rolü için oyuncu seçmelerine giren orta yaşlardaki Atay’ın rolünü bir başkasına kaptırdıktan sonraki yaşadıklarına odaklanıyor.

Filmin yönetmeni Bahri Baykal ile gerçekleştirdiğim bu röportajda filmi, hikayesi, çekimleri, gelecek hedefleri ve merak ettiğim başka noktaları da konuşma fırsatı buldum.

Herkese keyifli ve ilham veren okumalar.

Film hakkında konuşmadan önce ilk olarak sizi tanıyalım. Kimdir Bahri Baykal?

1982 yılında İzmir’de doğdum. Üniversite ve yüksek lisans eğitimlerimi Amerika’da tamamladım. Çeşitli ülkelerde yaşayıp çalıştıktan sonra “beyaz yakalı” iş hayatını 2017 yılında bırakıp çocukluğumdan beri tutku duyduğum sinema alanına yöneldim. 2019 yazında gerilim türündeki Efsun adlı ilk kısa metraj filmimi tamamladım. Efsun çeşitli uluslararası festivallerde gösterilip, ödüller aldı. 2021 yılında ilk romanım Derinler ve Sirenler yayımlandı. İkinci kısa film projem Seçim ise T.C. Kültür ve Turizm Bakanlığı, Sinema Genel Müdürlüğü tarafından seçilerek yapım desteği kazandı. Seçim’in yapımı 2022 yazında tamamlandı. Dünya prömiyerimizi eylül ayında Uluslararası Tiran Film Festivali’nde gerçekleştirdik. Şu anda festival süreci devam etmekte. Ben de bu arada ilk uzun metraj film projeme hazırlanıyorum. İlaveten de Ege Üniversitesi, Radyo Televizyon ve Sinema bölümüne de ikinci yüksek lisans eğitimim için devam etmekteyim.

Filmin yazım, hazırlık, çekim ve post prodüksiyonu ne kadar sürede tamamlandı? Projenizin en zor kısmı da çekimlerin pandemi sürecine denk gelmesi oldu sanırım. Bu süreci nasıl atlattınız?

Bakanlık desteğini 2020 yılında kazandık. Dediğiniz gibi tam pandemi sürecine denk geldi. Dolayısıyla süreç uzun oldu. İlk etapta filmin proje dosyası üstünde çalıştım ve Braveborn Films’e sundum. Onların da beğenmesiyle, 2021 Eylül civarı ön yapım sürecine başladık. Filmde aksiyon ve silah sahneleri olduğu için atış ve aksiyon provalarına önem verdik ve oyuncularımızla bu konuda yoğun bir çalışma yaptık. VFX dediğimiz görsel dijital efektleri kullanmak istemediğimden birebir replika silahımız ve uzaktan kumandalı fünye sistemiyle aksiyon sahnelerimizi çektik. Çekimlerimiz 2022 Ocak ayında gerçekleşti. Pandeminin getirdiği set kuralları özellikle saatlerce maskeyle çalışmak tabii ki insanı zorluyor. Post sürecimizin bitmesi ise yazın başını buldu.

İlk kısa metrajınız “Efsun”un ardından “Derinler ve Sirenler” isimli ilk kitabınızı da yayımladınız. Sinema ve edebiyattaki üretim biçimleriniz birbirini nasıl besliyor?

Film yapmak genellikle bir veya birkaç kişinin rüyasıyla başlayan ve bu rüyaya inanan diğer insanların ortak emeğiyle gerçekleşen bir süreç. Dolayısıyla sinema alanındaki üretim biçimi en basit şekliyle inanç birliğinden doğan bir takım çalışması diye özetlenebilir. Edebiyattaki üretim şekline bakarsak ise çok daha fazla bireysel işleyen bir süreç görüyoruz. Üretilen eser genellikle tamamen bir kişinin yaratım süreci sonucunda daha şahsi ve özel kodlarla ortaya çıkıyor. Benim için de kitap yazmak sinema alanındaki üretime kıyasla çok daha özgürleştirici bir süreç. Bu özgürlüğün getirdiği güçle beraber edebiyatta kendimi daha sınırsız hissediyorum. Fakat sinemanın da edebiyat üretimime muhakkak bir etkisi oluyor. Yazdığım ilk romanımda da yönetmenlik refleksiyle daha fazla görselleştirme, tasvir ve tanımlamalar görmek mümkün. Bazen bir sahne kurar gibi yazdığım zamanlar olduğunu görüyorum. Bunun zenginleştirici bir kazanım olduğunu düşünüyorum. Edebiyatın sinema alanındaki çalışmalarıma etkisine gelirsek ise, yazdığım senaryolardaki karakterlerin geçmişlerini ve kişisel katmanlarını daha iyi kurabilmemi sağladığına inanıyorum. Kısıtlı bir senaryo metninde yazılandan daha fazlasını, tabiri caizse görünmeyen kısmını daha fazla geliştirmeme olanak sağlıyor edebi üretimin getirdiği disiplin.

Kısa film türünde sinemacılar açısından fon bulmak uzun metraja nazaran daha çetrefilli bir süreç. Seçim, T.C. Kültür ve Turizm Bakanlığı destekli. Fon bulma süreci nasıl ilerledi?

Maalesef çok doğru. Özellikle ülkemizde kısa filme verilen destek ve değer çok kısıtlı. Ticari bir getirisinin olmaması, yapım maliyetlerinin çok artması finansal açıdan birçok zorluk çıkartıyor. Seçim’in T.C. Kültür ve Turizm Bakanlığı’ndan destek almasının derdini iyi anlatan bir sunum ve matematiği işleyen bir senaryodan kaynaklandığını düşünüyorum. Benim eski mesleğim yatırım bankacılığıydı. Şirket satın alma ve birleşmeleri için birçok sunum ve finansal projeksiyon hazırladım. Sunum hazırlamak hep keyif aldığım bir işti, üstüne finans matematiğini de hâkim olduğum için geçmiş iş tecrübelerimin bana bu konuda bir avantaj sağladığının düşünüyorum. Ama değişmez bir gerçek var ki en önemli kısım, derdini anlatabilen, dramatik yapısı iyi kurulmuş bir senaryo.

Filmde pek çok adayın katıldığı kiralık katil rolü için oyuncu seçmelerine giren orta yaşlardaki Atay’ın rolü bir başkasına kaptırdıktan sonraki yaşadıklarını izliyoruz. Bu anlarda filmin tonu da türler arasında bir gezintiye çıkarıyor seyircisini. Kısa filmin kısıtlı süresi içindeki aldığınız bu riski hikayenin dinamiklerini bozmadan nasıl dengede tuttunuz?

Kısa film çekmeyi doğal bir film okulu olarak görüyorum. O yüzden de çektiğim filmlerde daha fazla risk alıp kendimi zorlamayı ve öğrenmeyi seviyorum. Bu tür tercihleri için de geçerli. Ticari kaygı gütmediği için kısa filmin çok daha özgürleştirici bir alan olması gerekli. Fakat maalesef kısa film camiasında çok fazla tematik alanda sıkışmışlık var. Özellikle ülkemizde kısa filmlerin büyük bir çoğunluğu 5-6 tema etrafında kurulu hikayelerden oluşuyor. Hatta teknik anlamda bile büyük benzerlik gösterebiliyor filmler. Festivallerde de buna göre karşılık bulunabiliyor. İşte bu karşılıkları beklemeden film yaptığınızda ise daha özgür oluyorsunuz. İlk filmimde de bu düşünceyle, herhangi bir karşılık beklentisi içine girmeden, gerilim türünde, plastik makyajın ve hareketli aksiyon planlarının da olduğu bir film tasarlayıp çektim. İkinci filmim Seçim’de de aynı şekilde risk almayı tercih ettim. Çünkü bahsettiğim gibi bu sizi daha fazla geliştiren bir süreç oluyor. Hikayenin dinamiklerinin bu geçişlerden etkilenmemesinin en önemli unsurlarından birinin Atay karakterinin bağlayıcılığı olduğunu düşünüyorum. İbrahim Selim’in başarılı performansı bu türler arasındaki gezintide seyirciye kılavuzluk ederek seyircinin hikayeden kopmamasını sağlıyor. Protagonistle beraber bir yolcuğa çıkabildiğiniz ölçüde serüvenin içine kopmadan daha fazla dahil olabiliyorsunuz.

Profesyonel bir tetikçi olan Atay’ın seçmelerde gösterdiği başarılı performans, odada bulunanların ilgisini dahi çekmiyor ve ona saygı dahi göstermeden kendi aralarında sohbet ediyorlar. Üstüne üstlük rol için seçilen isim, abartılı ve kötü rol yapan genç bir aday oluyor. Atay’ın yaşadığı bu hayal kırıklığının bir benzerini kendiniz yaşadınız mı? Yaşadıysanız durum karşısındaki tavrınız ne oldu?

Tabii ki haksızlığa uğradığımı hissettiğim zamanlar olmuştur. Fakat bu benim birebir yaşadığım bir durum değildi. Ama yakın çevremde çok benzer durumların örneklerini gördüm ve görmeye de devam ediyorum hepimiz gibi. Özellikle günümüz dünyasında ehil olanlar yerine göz boyayanların ve tanıdık çevrelerini kullananların önemli pozisyonlara geldiğini, önemli işleri aldığını görüyoruz. Film özelindeki sahneye gelirsek de içinde bulunduğumuz sinema ve televizyon camiasında bunun rahatlıkla karşılaşabileceğimiz bir durum olduğunu biliyorum.

Hikayenin içinde gerçek ve hayalin birbiri içine geçtiği o sahne seyircinin de algısını bir anda altüst ediyor. Bu sahnenin filmdeki konumlandırması üzerine nasıl karar kıldınız? Farklı alternatifler de düşündünüz mü?

Bu riskli bir sahneydi, özellikle kısa bir filmde yer alması. Bunun farkındaydım ama hikaye özelinde önemliydi. Çünkü güçlü olmanın aslında bazen o gücü hiç kullanmamak anlamına geldiğini çarpıcı bir şekilde görselleştirerek anlatmak istedim. Atay bunu yapma kapasitesi ve becerisine sahip birisi fakat bu gücünü kullanmamayı tercih ediyor her ne kadar haksızlığa uğramış olsa da.

Atay’ın kullandığı silahın şarjörlerinin altındaki kırmızı ve yeşil renkler, bize hikayenin gidişatı hakkında da ufak ipuçları veriyor. Renk tercihlerinize dair neler söylemek istersiniz?

Biliyorsunuz kabul edilen üç ana renk kırmızı, yeşil ve mavidir. Bu renklerin hepsinin psikolojiden, sanat eserlerine kadar farklı alanlarda sembolik kullanımları vardır. Aynı şekilde dini ve spritüel öğretiler için de geçerlidir bu.  En basit şekilde trafik ışıklarından yola çıkarsak kırmızı dur, yeşil geç demek anlamına gelir. Biraz daha ötesine gittiğimizde ise kırmızı ve yeşil renklerin birlikte hayatı temsil ettiğini görürüz. Yeşil renk doğayı, bitkileri, büyümeyi, bolluk ve bereketi, uyum ve dengeyi sembolize ederek yenilenmeyi ve yaşamı anlatır. Kırmızı ise ateşi temsilen ruhu, tutkuyu, aşkı, öfkeyi, kanı ve savaşı sembolize eder. Kırmızının içerdiği anlamlar daha tehlikeli ve kötü gibi gözükse de bunlar aslında yaşamın değişmez gerçeğidir. Hayat, artı ve eksi, aydınlık ve karanlık, iyi ve kötü gibi zıtlıklardan doğar. Dolayısıyla şarjörlerin altındaki kırmızı ve yeşil renkler salt bir tercihten öte hayatın toplamıdır. Herkesin içinde yaşadığı, zıt kutupların arasındaki ebedi mücadeledir.

Seçim, insanın karşılaştığı acı gerçekler karşısındaki psikolojik durumunu da ortaya koyan güçlü bir hikayeye sahip. Özellikle senaryo yazımında işin psikolojik yönünü hikayeye noktasında zorlandığınız anlar oldu mu?

Seçimlerin hayatımızın kaldırım taşları olduğuna inanıyorum. Bu taşların ne kadarını kendi isteğimizle döşüyoruz hep sorgulamışımdır. Kendi hayat yolculuğumda da bu sorgulamanın doruk noktasına ulaştığı bir dönem oldu. Mezun olduğum son okul, çalıştığım iş ve sosyal çevremdeki insanlar, toplum yönlendirmesiyle hayatımın parçaları olmuştu. Yönlendirme, dayatmanın yumuşak evresiydi. Yaptığım işte iyi ve başarılı olduğumun farklı kesimlerdeki tekrarlanan vurgusu ve aldığım maddi karşılıklar belirli bir zamana kadar kendimi, “Benim yapmam gereken iş bu” diye şartlamamı sağlamıştı. Konforlu ve güvenli bu alan gerçekte korku ve kaygıyla sınırlarını daha güçlü çiziyordu. Çünkü başka işleri -her ne kadar sevsem ve istesem de- bu kadar iyi yapamam endişesi insanın kendisini sınırlıyordu. Hayallerimin peşinden koşmaya ve korku sınırlarını aşmaya karar verdiğimden beri seçimler ile ilgili bir film yapmak istiyordum. Dolayısıyla kendi hikayemden yola çıkarak kurguladığım bir psikolojik temel vardı.

Filmin başrolü İbrahim Selim’in başarısı hikayeye farklı bir boyut katıyor. Kendisiyle çalışmak nasıl bir tecrübe oldu sizin için? Baskın tek bir başrolün oyuncu yönetimi konusunda başarı elde etmek için nelere dikkat ettiniz?

İbrahim Selim’in bu filmde olmasının ve ötesinde onu tanımanın benim için büyük bir şans olduğunu rahatlıkla söyleyebilirim. Atay karakteri başrol olmasına rağmen çok az replikle filmde yer alıyor. Bunu oynayabilmek çok zordur. Fakat İbrahim Selim tam kafamda hayalini kurduğum bir şekilde Atay’ı oynadı. Özellikle de ruh değişimlerini içselleştirerek çok iyi bir şekilde yansıttı. Çok çalışkan ve bir o kadar da mütevazı bir insan olduğu için açıkça oyuncu yönetimi konusunda başarı elde etmek için hassasiyetle dikkat etmem gereken bir şey olmadı. İletişimimiz çok rahat ve açıktı. Silah sahnemiz beni en fazla endişelendiren kısımdı. Daha önce de bahsettiğim gibi dijital bir efekt istemediğim için fünye mekanizmasıyla çalışan kan torbaları kullandık. Bu sahnenin provalarına ön yapım aşamasında birkaç kere toplu olarak çalıştık. İlaveten İbrahim Selim’le birebir de silah eğitimlerimiz oldu. Her zaman bunlar için zaman yarattı. Postür, silah tutuş ve kullanımı çok hızlı bir şekilde mükemmel hale geldi. Eğitmenimiz bile bu kadar hızlı bir gelişmeden dolayı şaşırmıştı.

Dünya sinemasına baktığımızda kısa filmlere uzun metraj filmler kadar değer verildiğini görüyoruz. Nitekim Safdie Kardeşler, Luca Guadagnino, Yorgos Lanthimos, David Lynch ve Pedro Almodóvar gibi usta isimler kısa filmler de üretiyorlar. Bizim sinemamızda ise kısa filmlere daha çok uzun metraj çekmeden önce bir sıçrama tahtası olarak bakılıyor fakat son yıllarda bu durum değişmekte. Sizin bu konudaki düşünceleriniz neler?

Bu kesinlikle doğru, yurt dışında kısa filmler ülkemize kıyasla çok daha fazla değer görüyor. Hatta neredeyse kıyaslanamaz bile diyebilirim. Ayrılan maddi bütçelerden ve destekten tutun, insanların bir sinema eseri olarak gösterdiği saygıya kadar her şey çok farklı. Tiran’daki festivalde yarışmada olan bir Fransız kısa filminin hazırlık sürecinin tam yedi sene olduğunu öğrendik. Bu bizim için inanılmaz bir durumdu. Türkiye’de ise dediğiniz gibi genellikle bir sıçrama tahtası olarak bakılıyor. Ben ise daha önce de bahsettiğim gibi kısa filmi keşfedilecek bir özgürlük alanı olarak görüyorum. Uzun metraj filmler çekmiş yönetmenlerin dönüp kısa film çekmesinde de bir gariplik görmüyorum. Kısa metraj filmler sadece daha az deneyimli yönetmenlerin yer aldığı bir mecra olarak görülmemeli. Kimi zaman kısa metraj filmi bir uzun metrajın prova filmi olarak tasarlayabilirsiniz. Kimi zaman kendi içinde bambaşka özel bir iş olarak düşünebilirsiniz. Belli bir kalıba sokmanın çok doğru olmadığın düşünüyorum.

Uzun metraj çekme planınız var mı? İlerleyen süreç için üzerinde çalıştığınız sinema ve edebiyat projeleriniz hakkında ufak tüyolar alabilir miyiz?

Evet, şu anda ilk uzun metraj film projem üzerinde çalışıyorum. İstediğim gibi olması için biraz ince eleyip sık dokuyorum. Senaryonun yakın zamanda tamamlanacağını düşünüyorum. Edebiyat alanında üretmeye kesinlikle devam etmek istiyorum. İkinci roman projem de taslak olarak hazır. Fakat öncesinde İngilizce çevirisi biten ilk romanım Derinler ve Sirenler’in yurt dışı macerasının başlama süreci var.

PAYLAŞ

1996'da doğdu. Üniversite için geldiği İstanbul'da kültür sanat sarhoşu olduktan sonra hayatı tamamıyla değişti. Gerçek sinemayla tanışması 2015 yılında İstanbul Film Festivali ile gerçekleşti. Film festivalleri vazgeçilmezi. "Film sinemada izlenir" anlayışının yılmaz destekçisi.

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir