Oscar ödülleri ayı geldi çattı. Oscar tarihinde kısa kısa gezintiler yapmak, kimi başlıklara göre listeler çıkarmak çoğu sinemasever için vazgeçilmez hobiler arasında sayılabilir.
Oscar’ın son 35 yıllık ödül sürecini mercek altına aldığım dosyada, başlıkları kısaca ‘hakkı yenen’ ve ‘hakkının yendiğini düşündüğüm’ filmler, oyuncular ve yabancı film-animasyonlar olarak belirledim. Evet, belki tarih her daim kazananları yazıyor ama o yolda mağlup ama hakkı yenmiş ikincilerin sinemaseverlerin gönlünde apayrı bir yeri olduğu da şüphe götürmez. İlk olarak Oscar’ı kazanması gerektiğini düşündüğüm, kronolojik olarak sıralanmış 10 filme göz atalım.
2013 – Kazanan: Argo
Kurban: Beasts of the Southern Wild
Ben Affleck’in kariyerini felaket oyunculuk ve o felaketi referans aldığımızda insanı şaşkınlığa uğratacak denli beklenmedik başarıyla taçlandırdığı yönetmenlik olarak ikiye ayırabiliriz. Gone Baby Gone bu şaşkınlığın ilk meyvesiydi ve o kara geçmiş için muazzam bir başlangıçtı. Fakat konu Argo olduğunda filmin Oscar ile aynı cümlede yer alması dahi Affleck’in oyunculuğuna yapılacak nitelemelerle ölçülebilecek cinstendi. Başarılı bir siyasi gerilim olmanın hakkını veremeyen film, milliyetçi ve üstten bakan duruşunu Michelle Obama’nın o güzel sesinden dökülen bir anlamda ‘Ülken seninle gurur duyuyor’ temalı gurur payesiyle birleştirdiğinde, tarihin de en kara ödül kararlarından birine de imza atılmış oluyordu. Affleck ödülü kucaklarken hakkı yenen kurban kesinlikle Haneke’nin Amour’unu yaratıcılık farkıyla geçen Ben Zeithlin’in ilk yönetmenlik harikası Beasts of the Southern Wild oluyordu. Zeithlin’in filmi Akademi’nin klasik film sever kotasını aşamayacağı için muhtemelen bir elli yıl daha aday olsa ödüle uzanama şansına erişemeyecekti.
2011- Kazanan: King’s Speech
Kurban: Black Swan
King’s Speech iyi bir film mi? Evet. Peki çok iyi bir film mi? Kesinlikle hayır. En iyi film dalında Black Swan, Inception, True Grit, The Fighter’ın aday olduğu yerde esamesi okunur mu? Bu bir şaka olmalı. Hayır şaka değil, maalesef, King’s Speech’in en iyi film Oscar’ını aldığı bir dünyada yaşıyoruz. Bu da yetmezmiş gibi tüm sinamseverleri kalpten götürmek istercesine en iyi yönetmen Oscar’ını da bonus olarak diğer eline tutuşturdular. Hem de Christopher Nolan’ın Inception ile yönetmen dalında aday dahi gösterilmediği bir yarışmada. Bu iki dalda da Darren Aronofsky’nin Black Swan filminin hakkının yendiğini söylemek boynumuzun borcu. King’s Speech ve Black Swan iki karakterin çatışması üzerinden bir hikaye yapılandırıyorlardı fakat Aronofsky’nin filmi yönetmenlik sanatının seslendiği nice alana tedirgin edici, hayranlık uyandırıcı, şok etkisi yaratacak, sinemaya tekrar tekrar aşık olunacak mucize dokunuşlar armağan edip, üstüne üstlük karakterlerinin ruh dünyalarının en ücra, keşfe açık noktalarına sızmaktan zerre geri durmuyordu. King’s Speech karakterine kuyunun başından göz ucuyla bakarken, Black Swan kuyunun dibinde yukarıdan gelecek ışığı önemsemeksizin keşfetme arzusuyla yanıp tutuşuyordu.
2010 – Kazanan: The Hurt Locker
Kurbanlar: Avatar
Çoğu sinemaseverin neredeyse nefretle andığı bir Oscar yılıydı 2010. Milliyetçi(!) saiklerle tıka basa doldurulmuş, üstelik bir kadın tarafından militarist bir film hem en iyi film hem de yönetmen Oscar’ını kazanıyordu. Üstüne üstlük James Cameron Avatar ile sinemaya yeni boyutlar, açılımlar kazandıran bir keşif dünyasını tarihe armağan etmişken. Hadi biraz da dedikodu yapalım; Kathryn Bigelow ve James Cameron bir zamanlar evli oldukları gibi yarıştıkları filmleri neredeyse taban tabana zıt mesajlar taşıyorlardı, al sana çatışmanın ve rekabetin en renkli hali. Cameron’un barışçıl hayallerle donattığı dünya hayalinin Bigelow’un savaşı kutsayan sinemasına yenildiği ağızlardaki sakızların en rağbet göreniydi kuşkusuz. Ama bence yanıldıkları nokta şuydu: The Hurt Locker hem gerçekten çok iyi bir filmdir, hem de sonuna kadar da anti-militaristtir. Bu satırları okuyanların ne kadar kızdıklarını duyar gibiyim ama savaşın kişileri esir eden, bir uyuşturucu gibi çıkışsız bir yolda bağımlı hale getiren, savaşın lanetlenmesi gereken bir kör döğüşü olduğunu sessiz sessiz haykıran film başarılı olmasına karşın, konu en iyi ve yaratıcı olansa işte orada başvurulması gereken doğru adreslerin en öne çıkanı Avatar olmaktaydı.
2002 – Kazanan: A Beautiful Mind
Kurban: Moulin Rouge!
Akademinin gerçek hayat hikâyelerinden uyarlanmış filmlere bayıldığı, o filmlere karşı büyük zaafı olduğu tartışılmaz. Hele bir de kendi tarihine ait ve sistemin kahramanlaştırdığı, ülkesinin gururu olmuş kişilerse ele alınan karakterler, ilginin derecesi bir kat daha artar. Bu tarz filmlerin en azından bir oyunculuk adaylığı çıkartacağı malumun ilanından başka bir şey değildir. Şimdiki konuğumuz olan matematikçi John Nash ve onun hayatının bir kesitini sinemaya aktaran yönetmen Ron Howard’ın klasik anlatımın kurallarına sıkı sıkıya bağlı bir anlatım tutturduğu ve çok derinlikli olmayan karakter yapılandırmalarıyla tökezleyen sıradan biyografi filmidir A Beautiful Mind. Karşısında ise yine akıl almaz kararlarla hem en iyi filmi hem de yönetmen ödülünü elinden aldığı Baz Luhrmann’ın biçimci ve rengarenk harikası Moulin Rouge!. Sondaki ünlem işareti sanki kötü bir şeylerin olacağını sezmiş gibi uyarıcı niteliğinde oracığa iliştirilmiş sanki.
2008 – Kazanan: No Country for Old Man
Kurban: There Will Be Blood
İşte, karşınızda Oscar tarihinin en büyük düellolarından biri duruyor. O yıl sinemaseverler tam anlamıyla bu iki film arasında bölünmüştü ve kantarın kefelerinin ağırlıkları sadece küçük farklarla devamlı yön değiştirme halindeydi. Akademi tavrını çok net belli etti ve ülkesindeki değişimi gözler önüne seren, artık ülkenin bazı eskimiş düşüncelerinin önemini yitirdiğini gereğinden fazla ketum ve fazlasıyla kontrol odaklı bir yönetimle gösteren Coen Kardeşler filmini fazla fazla ödüllendirdiler. Buna karşın iyi bir film olmasının ötesinde sinema eleştirmeni Uygar Şirin’in de dem vurduğu gibi filmin ortalarındaki ‘bir adam diğerini kovalıyor’ hissiyatını her daim duyumsatan No Country for Old Man’e karşın Paul Thomas Anderson ustanın perdede göründüğü ilk saniyesinden bitiş jeneriğine değin sinema tarihinde az bulunur bir ihtişam ve sertlik çerçevesinde ülkenin geçirdiği tarihsel süreçleri, toplumsal kırılmaları, din-siyaset-toplum şeytan üçgenindeki en gizli sırları haykırırcasına ve tabuları yerle yeksan ederek ele alıp bir çeşit ağıta dönüştüren There Will Be Blood en az birkaç gömlek üstün bir filmdir. Ve bundan dolayı da film, yönetmen ve uyarlama senaryo ödülleri şu anda Anderson’un evinin en güzel köşesinde olmalıydı.
2007 – Kazanan: The Departed
Kurban: Babel
Güney Kore yapımı, Martin Scorsese’nin The Departed’ı uyarladığı Infernal Affairs filmi bir modern zaman harikası olması yanında polisiyenin, gerilimin ve psikolojinin hem aynı potada eridiği hem de birbirlerinin sınırlarını hep ihlal edercesine oyunbaz bir rekabete giriştiği bir güçler savaşını yansıtır. Ustaların ustası Martin Scorsese, bir efsanenin yeniden çevrimini yapmak gibi çok riskli bir işe girişirken ortaya selefinin gölgesi altında kaybolmaktan kurtulamayan, iyi olmaya sadece çabalayabilen bir film çıkartıyordu. Artık bir sinema fıkrasına dönüşmeye başlayan Scorsese’nin Oscar alamama serüvenini gerçekten bir fıkraya yaraşırcasına bitiren olay ise, The Departed ile iki majör dalda birden ödülü alıp evine götürmesiydi. Peki ustanın karşısındaki sinema dünyasının ustalaşma yolunda emin adımlarla ilerleyen Inarritu’nun ‘kader üçlemesinin son halkası’ olan, üç kıtadan insanların hayatlarını muazzam bir kurguyla birbirine teyelleyen, ortaya tam bir insanlık ve yaşam kaosu çıkartan Babel’in şuçu neydi? Tamam, Babel bir başyapıt olmasına karşın o senenin en iyi filmi olmayabilir ama aday gösterilen filmler arasında en iyisi olduğu aşikardı. Asıl cevaplanması gereken sorun, o yıl en iyi film ve yönetmen ödüllerine aday dahi gösterilmeyen bahtı kara muhteşem filmler ki, bu başka bir listenin konusu. Ayrıca Babel’in sinema dersi olarak okutulması gereken kurgu çalışmasının hak ettiği ödülü yine The Departed’ın avucunun içine bırakmak ise şaka bile olamayacak kadar acı. Ödül gecesini izlediğimden bu yana kendime sorduğum bir soru var, keşke bir gün fırsatım olsa da Scorsese’ye sorabilsem: Acaba bay Scorsese kazandığı Oscar ödülleri üzerine arkadaşlarıyla muhabbet ederken Akademi’yle bol bol dalga geçiyor mudur ve ödüllerini ortalık bir yerde gurur tablosu olarak sergiliyor mudur? Cevabı sorunun içinde gizli değil mi, benimki de soru işte.
1999 – Shakespeare in Love
Kurbanlar: Saving Private Ryan – The Thin Red Line
Bu ödül hakkında yorum niyetine yazılacak her kelime bence israfla eşdeğer. Acaba şu anda Shakespeare in Love diye bir filmin bir zamanlar çekildiğini ve izlendiğini hatırlayan kaç kişi vardır. The Truman Show gibi bir film varken Shakespeare in Love’ın aday listesine girmesi dahi sinema tarihine hakaret niteliğindeyken, bir de en iyi film ödülünü kazanması kötü olduğu kadar kişiye musallat olan kabus cinsinden. Akademi’ye yaptığı bir yanlışı da hatırlatmama izin verin: Yahu en iyi yönetmen ödülünü Steven Spielberg’e vermişsiniz, ne alaka? Adaylar arasında John Madden gibi bir üstat varken Spielberg de kim? Lütfen hatanızı düzeltin.
1991 – Kazanan: Dances with Wolves
Kurban: Goodfellas
Oscar ödüllerinin tarihsel dağılımına bakıldığında Amerikan tarihine yönelen filmlerin hatırı sayılır ölçüde hem aday hem de ödül listelerinde kendilerine hatırı sayılır yerler edindikleri görülebilir. Kevin Costner’in ilk yönetmenlik denemesi olan destansı olduğu kadar Kızılderililere empati yaparak, hatta onların tarafını tutarak bakan Dances with Wolves, bir yönetmenin kariyeri için çok iyi bir başlangıç olabilir ama Oscar yarışında karşısında Scorsese’nin mafya filmi tür kalıplarıyla işinin ehli bir usta maharetiyle oynadığı, biçimsel yenilikler getirdiği, tam bir oyunculuk gösterisi ve ilmek ilmek örülmüş zeka fışkıran senaryo harikası olan Goodfellas varsa tespitimiz de hazırdır: Godfellas birkaç ‘seri’ gömlek üstündür Dances with Wolves’tan. Yönetmen Oscar’ının da Costner’a teslim edilmesi karşısında duyulabilecek şaşkınlığın ve öfkenin sebeplerine üst satırlardan ulaşılabilir.
1990 – Kazanan: Driving Miss Daisy
Kurban: Born on the Fourth of July
Yine Akademi’nin sevdiği bir dostluk hikâyesini ele alan bir film var karşımızda: Driving Miss Daisy. Bu filmden duygusal manada etkilenmeyen sinemasever azdır; tamam, kabul edelim ama bu kadar sadece. Oliver Stone’un sinemaseverlere bol bol ‘Şimdi uzaklardasın, hayallerdesin’ şarkısı söylettiği günümüzdeki duruşunun 180 derece karşısında olduğu muhalif kimliğini en güçlü biçimde yansıttığı filmlerden birisidir Born on the Fourth of July. Anti-militarist ve hümanist olduğu kadar yürekleri parçalayacak denli acıklı ve insanı sersemletecek kadar sert bir filmdir. Akademi yutamayacağı demir leblebileri sevmez, ona ikame olarak çıtır çerezleri himayesine alır kuralı işler ve kazanan çoktan belli olmuştur. Oliver Stone’a verilen yönetmen ödülü bir anlamda ağza çalınan bal işlevi görürken, uyarlama senaryo ödülü mutluluk tablolarını temsil eden Driving Miss Daisy’e gider.
1980 – Kazanan: Kramer vs. Kramer
Kurban: Apocalypse Now
Robert Benton yönetimindeki Kramer vs. Kramer tam bir 70’lerden 80’lere geçiş filmidir. Feminist hareketin toplumsal yapıyı dönüşüme uğratmaya başladığı, erkeğin aile içerisindeki görevlerinin yavaş yavaş değiştiği, işsizliğin de toplumu esir eden bir canavar konumuna yükseldiği yılları çok doğru kurulmuş bir senaryo matematiği ve başarılı oyunculuklarla perdeye aktaran tam bir aile filmidir. Gerek vizyona girdiği yıllarda gerekse de günümüzde hala gizli bir hayran kitlesi olan ve bıkıp usanmadan seyredilen bir filmdir. Fakat bu filmin o kitlelerce başyapıt seviyesine yükseltilmesinin ardında yatan sebepleri ne kadar düşünsem de bir türlü bulamam. Ama Akademi sağ olsun, eminim Benton’un bile çektiğinde bu denli şöhret olacağını düşünmediği filmine nurlar yağdırmaktan geri durmamış. Ve daha da çok eminim ki; Benton’un hala kendisinin bile ‘ Bu kadar da olmaz’ dediği bir skandala imza atmış Akademi, Apocalypse Now’un olduğu yerde Kramer vs. Kramer’a Abdurrahman Çelebi unvanını layık görmüş. Akademi üyelerinin Apocalypse Now yerine yanlışlıkla fragmanını izleyip karar verdiği yönünde yorum yapmak bu kararı açıklamak için başvurulabilecek en masum düşüncelerden birisi olabilir ancak. Film, yönetmen, uyarlama senaryo ödüllerinin elinden kayıp gitmesi; zaten bin bir badireyle illet bir efsane olmuş film çekimlerini bitirmiş, ekonomik olarak dibe vurmuş, filmini beyazperdede ilk gördüğünde nasıl bir ruh haline büründüğünü feci halde merak ettiğim Coppola’ya bir darbenin de Akademi tarafından vurulması değil de nedir?