2021 yılının ilk röportajıyla karşınızdayım. 2020 yılının Kasım ayında başlayan Söz Kısa Filmcilerde röportaj serisiyle şimdiye dek birbirinden değerli sekiz kısa filmciyle tanıştık ve onlardan ilham aldık. Bu yıl da sizleri her hafta farklı isimlerle tanıştırmaya aynı hevesle devam edeceğim. Bu isimlerden bazıları çok iyi bildiğimiz sürpriz isimler olacak, bazıları da kariyerinin başında taze fikirlerle bizleri selamlayacak. Serinin bu haftasında ise üzerine konuşacağımız kısa film,genç ve başarılı bir yüzücü olan Ferhan’ın annesine ait olan rekoru kırmak istemesi ve hastalığı nedeniyle geçirdiği stresli günleri işleyen Derinlik Algısı olacak.
Bu haftanın röportajında daha yakından tanıyacağımız isimse 8. Boğaziçi Film Festivali’nin Ulusal Kısa Kurmaca Film Yarışması’nda yer alan Derinlik Algısı filminin yönetmeni, senaristi ve kurgucusu Alperen Albayrak olacak. Herkese keyifli ve ilham veren okumalar.
Film hakkında konuşmadan önce ilk olarak sizi tanıyalım. Kimdir Alperen Albayrak?
Antalya’da doğdum. Şu an 25 yaşındayım ve uzun yıllardır bir sinema aşığıyım. İlk filmlerimi lise zamanlarında çekmeye başladım ve o zamandan beri de kendimi geliştirerek ilerlemeye çalışıyorum. Bir yıl Amerika’da yaşadım, sonra lisans eğitimi için Bahçeşehir Üniversitesi’nde Sinema ve Televizyon bölümüne girdim. Bir yandan okurken bir yandan da olabildiğince farklı projelerde farklı görevlerde yer aldım ve bunun bana kattığı deneyimin yanı sıra farklı bakış açılarını da yakalamamda çok yardımcı olduğunu düşünüyorum. 2017’de FARJ Film Festivali’nin Talent Campus bölümünde yer aldım, geçtiğimiz Mart ayında ise Go Shorts Film Festivali’nin Talent Campus bölümüne seçilmiştim ama pandemi yüzünden festival iptal olunca gidemedim. Şu aralarsa hala devam eden eğitimimi tamamlamaya çalışırken bir yandan da kendi projelerimi gerçekleştirmeye çalışıyorum.
Filmin yazım, hazırlık, çekim ve post prodüksiyon süreci ne kadar sürede tamamlandı?
Bu bir anda gerçekleşen bir proje olmadı. Aklımda filme dair ilk görüntünün, ilk fikrin oluşmasından, post prodüksiyonunda son noktayı koyana kadar geçen süre yaklaşık 1,5 yıl sürdü ve tüm bu süreçte senaryonun yazılması, hazırlık, çekim bütün bunların hepsi bir ölçüde iç içe geçti. Çünkü setten bir gün önce hala senaryoda değiştirdiğim şeyler vardı ama daha net bir şeyler demek gerekirse çekim için uygun bulduğum ilk draftın bitmesi yaklaşık 3 ay sürdü. Sonra direkt hazırlıklara başladık.Bütçe arayışları, ekip oluşturulması, mekan belirlenmesi ve çekim senaryosunun çıkarılması gibi şeyler yine dört aylık bir süreç. Ardından dört günde çekimleri bitirdik ve kalan 7-8 aylık süreçte de post prodüksiyonda vakit geçirdik ki benim için noktalaması ve veda etmesi en zor kısım orası oldu diyebilirim.
Ferhan karakterinin filmde annesi ile kıyaslandığı iki ciddi sahne var ve buralarda karakter üzerindeki o psikolojik baskıyı net şekilde görmekteyiz. Senaryonun yazım aşamasında bu kısmın seyirciye tam olarak geçmesi konusunda zorluk yaşadınız mı?
Bu belki de en zor kısmıydı. Bir şeyler yapıyorsun, kafanda bir dünya kuruyorsun ve kendince bunu ifade etmenin doğru yolunu bulduğunu düşünüyorsun ama bunun karşıda nasıl bir anlam bulacağını kestirmesi çok güç. Sonuçta tek başınasın ve diyaloğa geçebileceğin insanlar olsa da ortada bitmiş bir iş olmadığı için tüm düşüncelerin havada kalıyor ama bir noktadan sonra işaret etmekten çok hissettirmeye yönelik düşünmeye başladım. Böylece filmin ne demek istediğinden ziyade izleyicinin de kendisini var edebileceği bir alan açmak daha anlamlı olur gibi geldi. Tabii bunu ne kadar gerçekleştirebildik, ne kadar başarılı oldum, bunun için hala bir şey söyleyemiyorum. Belki bunun cevabını hiçbir zaman öğrenemeyeceğim.
Film bir yanıyla Ferhan’ın annesinin kırılamayan rekoru gibi unutulmayan bir gerçeği sunarken diğer yandan da anne karakterinin unutkanlığı ile geçmişin üzerine bembeyaz bir sayfa çekiyor. Bir yanda var olan bir gerçek diğer yanda ise unutulan gerçek sizin için neyi ifade ediyor?
Bence gerçeklik, dengede durması çok zor kaygan bir zemin gibi. Özellikle günümüzde yıkım ve yeniden yaratım süreci böylesine büyük bir hız kazanmışken gerçeklik algımız da her gün yeniden şekilleniyor. Herkesin kendi farklı gerçekliği olabilir, insanın yıllar içinde algıları, düşünceleri değişebilir, değerlerimiz bizim kendi değerlerimiz olmayabilir, yaşadığımız ve hatta hissettiklerimiz bile bize ait olmayabilir. Bu bazen bizzat kendi bilincimizin oyunu olabiliyorken bazen dışarıdan karşı koyamadığımız etkenlerle de gerçekleşebilir. Asıl mesele fazlaca karmaşık gözüken bu durum içinde mutlak doğru ya da gerçeğin değişmezliği diye bir şeyin olmadığını görebilmekten geçiyor bence. Benim için burada ifade ettiği şey, gerçek ne olursa olsun yolumuza devam etmemiz gerektiği, çünkü bunlara takılırsak hep aynı sayfada kalırız ve hayatımızda o beyaz sayfaları açamayabiliriz.
Ferhan, havuzdaki hocasının sorduğu “Annenin rekorunu kırmak istiyor musun?” sorusuna “Hayır öyle bir niyetim yok” cevabının veriyor. Bu durumun nedeni olarak kendine güvensizlik ve rekorun ağırlığı ile başa çıkamama gibi durumları gösterebiliriz. Siz seyirci olarak izlediğinizde bunun nedenini nasıl yorumlarsınız?
Seyirci olarak buna bakabilmem zor, hatta yönetmen olarak bakmam da çok zor çünkü bu filmin içinde o kadar uzun zaman harcadım ki, hem yazım aşamasında hem hazırlık aşamasında hem post prodüksiyonunda, herhangi bir şekilde objektif değerlendirmem mümkün olmayabilir. Yaptığınız çıkarım güzel bir çıkarım ama bir yandan da ben insan davranışlarının iki temel eylem etrafında şekillendiğini düşünüyorum: saklamak ve göstermek. Ya bir şeyleri büyüterek yaşarız ya da onu bastırarak baş ederiz.Olanı olduğu gibi kabullenmek zordur ve Ferhan’ın koşullarında bu daha da zor bir hale bürünüyor. Bu yüzden ben onda saklama içgüdüsünün çok geliştiğini düşünüyorum. Bu bir çeşit kendini savunma yöntemi olmuş artık. Belki tüm derdinin annesinin rekorunu kırmak olduğunu kabul etse, itiraf etse, tüm bunları yaşamayacak.
Ferhan’ın içinde bulunduğu zor durumdan biraz olsun uzaklaşmasını ise geceleri tek başına gittiği havuzda yüzmesi olarak görüyoruz fakat onun bu tercihi yine belirli bir ölçüsü ve sınırları olan havuzda gerçekleşiyor. Bu noktada Ferhan’ın sınırlı alan içinde sınırsız olma çabası arasında debelendiğini söyleyebilir miyiz?
Mekanlar, karakterimiz ve davranışlarımız üzerinde büyük etkiye sahip ve bunu yadsıyamayız. Filmi inşa etmeye başlarken ilk kurduğum ilişki Ferhan ve havuz arasındaydı. Hayatının çok büyük bir kısmını havuzda geçirmiş birisi olan Ferhan’ın davranışları ve karakteri de bunun etrafında şekillenmiş olması lazımdı. Senaryo sırasındaki araştırmalarımda yüzücülerin herhangi bir tehlikeyle karşı karşıya kalmamak için ciddi oranda denizde yüzmekten çekindiklerini öğrenmiştim, bir bakıma havuz onların güvenli alanı, sınırları belli, steril, tüm değişkenler kontrol altında ve bu bende film için kendi güvenli alanlarımızdan çıkmanın zorluğuna dair bir ışık yaktı. Bu yüzden Ferhan’ın davranışını dışarıdan debelenmek gibi görsem de kendi içinde son derece tutarlı buluyorum. Sonuçta onun dünyası havuzdan ibaret ve bu onun bildiği tek yaşama şekli.
Genç yaşınıza rağmen üretim anlamında bir hayli verimlisiniz ve projeleriniz arasında da uzun süreler yok diyebiliriz. Bu üretkenliği neye borçlusunuz?
Çalışmak, denemek ve şans. Her şeyden önce bu iş tutku olmadan yapması çok zor bir iş. Bir kez yaparsın, iki kez yaparsın ama bunu bir çeşit hayat tarzına dönüştürmek için ona dair tutkunuzun yüksek seviyede olması lazım. Bu bende böyle işliyor en azından, en büyük itici gücüm hep bu oldu ve bu sebeple bunun için çalışmayı hiç bırakmadım ama diğer yandan karşıma çıkan doğru insanların da benim bu alanda verimliliğime yardım ettiklerini söyleyebilirim, bu anlamda şanslıydım. Bir de yaptığım şeyler kadar yapmayı isteyip yapamadığım çok şey oldu ama olumsuzluklara takılıp denemekten asla vazgeçmedim.
Dünya sinemasına baktığımızda kısa filmlere uzun metraj filmler kadar değer verildiğini görüyoruz. Nitekim Safdie Kardeşler, Luca Guadagnino, Yorgos Lanthimos, David Lynch ve Pedro Almodóvar gibi usta isimler kısa filmler de üretiyorlar. Bizim sinemamızda ise kısa filmlere daha çok uzun metraj çekmeden önce bir sıçrama tahtası olarak bakılıyor fakat son yıllarda bu durum değişmekte. Sizin bu konudaki düşünceleriniz neler?
Aktif olarak Uluslararası KısaKes Film Festivali’nde de çalışmış birisi olarak dünyanın her tarafından çok sayıda kısa film izledim ve kısa filmlerdeki yaratıcılık, yeni anlatım biçimleri arayışı, özgür yaklaşımlar beni hep şaşırtıyor. Uzun metrajda deneyemeyeceğin ve yapamayacağın şeyleri kısada yapabilirsin ve kısa metrajın kendine has anlatım metodlarıyla onu çok etkili bir şeye dönüştürebilirsin. Bu bence uzun metraj filmlerin yaptıkları kadar büyüleyici bir şey. Kısa filmlerin uzunlara göre daha zor şartlarda, bütçesiz çekilmeye çalışıyor oluşu ve çoğunlukla icra eden kişilerin film çekimine dair daha az bilgili olmaları, onu daha amatör bir üretim alanı olarak göstermişti şimdiye kadar ama son yıllarda kaliteli işlerin de artmasıyla ben bu algının gençlerde çoktan kırıldığını düşünüyorum. O yüzden önümüzdeki zamanlarda insanlar belki ana akımı takip edenler değil ama sinemada daha alternatif işleri takip etmeyi sevenlerin kısa filmlerden daha çok söz edeceğini düşünüyorum. Ayrıca son zamanlarda takip ettiğim festivallerin de uzun metraj yarışmalarından ziyade kısa bölümleri benim için daha tatmin edici seviyedeydi. Bu hem uzun metraj hem kısa metraj için umut verici bir haber.
Son olarak üzerinde çalıştığınız başka kısa veya uzun metraj projeleriniz varsa ufak tüyolar alabilir miyiz?
Evet şu an yeni bir kısa kurmaca üzerinde çalışıyoruz. Senaryosu bitti ama hala geliştirilmesi gereken yerler var. Bu da tamamlanınca en yakın sürede çekim hazırlıklarına geçebiliriz diye düşünüyorum. Bu sefer doğrudan “coming-of-age” janrında bir şeyler yapmayı planlıyorum. Yine mekan-insan ilişkisine ağırlık verdiğim bu filmde, yer olarak yazlık bir beldeyi seçtim, hikaye ise genç bir kızın büyümesi üzerine kurulu. Ayrıca palmiye ağaçları da hikayede bolca yer tutuyor.