Bütün genellemeler gibi bu da biraz eksik ve belki yanlış olacak ama insanlar ölümle yüzleşmeleri gerektiğinde, şu iki düşünceden birine yakın duruyorlar gibi geliyor bana: Ya ahiret inançlarına tutunarak, kendilerini ölümden sonra bir yaşamın beklediğine ikna ediyorlar ya da ölümü mümkün olduğunca geciktirmeye çalışıyor ve hatta ölümsüzlüğün peşinde koşuyorlar. Kendi ölümleri dışında, sevdikleri insanların ölümüyle sarsılanlar için de yine bu seçenekler geçerli. İlk grup “bir gün” bir araya geleceklerine dair inanç duyarken, ikinci grup büyük acılar çekiyor ya da (en azından sinemada) onları geri getirmenin yollarını arıyor. İşte bu nedenle ikinci gruba girenler, popüler sinemanın daha çok ilgisini çekiyor ve bu konuda sürekli yeni hikayeler türetiliyor. Ölümsüz vampirler, onlara âşık olan ve birlikte olabilmek için hayatlarından vazgeçmesi gereken ölümlüler, kendini ya da sevdiğini kurtarabilmek için laboratuvarda, bilimsel gelişme peşinde ömrünü çürütenler, sihirli bir ağaç, su ya da iksir arayanlar, şeytanla anlaşanlar… Bu yazının konusu olan Alexandre Aja filmi Oksijen / Oxygène de ölümsüzlüğün peşinde bir bilim insanının yaptıklarını konu ediyor. Yönetmen, hâkim olduğu janra yakın bir film çekebilmek için kulağını tersten gösterip uzun süre top çeviriyor ama gizem çözüldüğünde, çok hüzünlü bir hikâye izlediğimizi, gerilim ve bilim kurgunun sadece sos olduğunu anlıyoruz.
(Yazının bundan sonrası izlemeyenler için sürpriz bozan içermektedir.)
Filmin başında Elizabeth, kriyojenik bir kapsülde uyanıyor ve oksijeni bitmeden kapağı açmaya çalışıyor. Ryan Reynolds’ın başrolde olduğu Buried (2010) filmini hatırlatan bu açılışın ardından Liz’in çabaları gerçeği yavaşça ortaya çıkarmaya başlıyor ve başkarakterimizin bir klon, kapsülün de uzayda bir yerde olduğunu anlıyoruz. Dünyadaki gerçek Elizabeth, Covid benzeri bir salgında kocasını kaybetmiş ve hayatını onu klonlamaya adamış. Bu yönüyle de Julie Delpy’nin yakın zamanda izlediğimiz, küçük kızını klonladığı Kızım Zoe / My Zoe (2019) filmine benzeyen Oksijen’in ondan ayrılan ve etkileyici yanıysa, klonun, gerçek Liz’in anılarına sahip oluşundan mütevellit verdiği “sevdiğine kavuşma” mücadelesi. Klon Liz, gerçek Liz gibi sevgiyi hissediyor ve evli olduğunu, âşık olduğunu hatırladıktan sonra artık kendisi için değil, sevdiği insan için yaşam mücadelesi vermeye başlıyor. Pes etmemesinin sebebi bu. O kapsül dışında hiç bulunmadığını ve yüz küsur dakikadır hayatta olduğunu anlamasına rağmen, savaşmayı bırakmıyor. Dünyadaki Liz kocasını kaybetmiş ve tek başına yaşlanmış. Onunsa bir şansı, Liz’in anılarına sahip olduğu için, hadi diyelim, ikinci bir şansı var. Kurtulmak, kocasının klonunu da kurtarmak ve en yakın gezegende birlikte yaşamak istiyor. Hangimiz istemez (ölen) sevdiklerimizle ikinci bir şansımız olsun? Virüs (ölüm) soluduğumuz bu dünyayı terk edip, daha genç ve kusursuz hallerimizle, (kaybettiğimiz) sevdiklerimizle birlikte olalım? Bunu bize sağlayacak olan dinimiz mi peki, bilim mi?
Alexandre Aja, tamamına yakını tabut büyüklüğünde bir kapsülde geçen filmi yaratıcı mekân kullanımı ve bol görsel efekt sayesinde ilginç kılmayı başarıyor. Ancak işçilik ne kadar üstün olursa olsun, sonunda yürek yakan bir insan hikayesi olmasa, daha önce örneklerini gördüğümüz için filmin etkisi daha düşük olabilirdi. İnsan makine ilişkisi, uzayda yaşam, sevgi bağları, ikinci şanslar ve alternatif cennet tasviri üzerine akıcı, duygusal ve heyecan verici bir film Oksijen. Netflix Türkiye’de izleyebilirsiniz.