Usta İngiliz yönetmen/insan ruhu araştırmacısı Mike Leigh, Mr. Turner filmiyle kariyerinde üçüncü kez dönem filmine, ilk kez de biyografik unsurlar taşıyan bir filme imza atıyor.
Mike Leigh’nin Mr. Turner filminde odağına aldığı kişi J.M.W. Turner; yani gerek İngiliz gerekse de dünya resim geleneğinde devrimsel denilebilecek etkiler ortaya koymuş, önemli ressamları etkilemiş, hatta günümüzde dahi etkileri süren çok değerli bir sanat insanı. Ayrıca sanatını icra etme yöntemleri, ilham kaynakları, toplumsal ilişkileri gibi hususlarda farklılıklar yaratmış bir sanatçı olan Turner’ı, Mike Leigh gibi insan ruhuna ve toplumsal yapıya detaycı fakat biraz da mesafeli bakışla yaklaşan bir yönetmenin nasıl ele alacağı proje ilk duyulduğu andan itibaren büyük bir merakı da tetiklemişti. Leigh’nin ortaya koyduğu esere baktığımızda hem biyografinin ele alınma tarzı hem de yönetmenin sinemasının biyografik yapıyla kurduğu ilişki bağlamında seyirciye çok önemli malzemeler sunduğu tespitleri yapılabilir.
Mike Leigh sinemasını genel hatlarıyla özetlemeye çalıştığımızda; ‘insan’ı içinde bulunduğu her türlü ruhsal çeşitlilikte ama yoğunluklu olarak uç noktaları temsil eden, zaaflarıyla boğuşan, yalnızlaşmış veya yalnız bırakılmış haliyle mercek altına almayı tercih ettiği görülür. Filmlerinde sosyal gerçekçi bir yapı kuran yönetmenin sinemasının alt metninde mutlaka sosyopolitik bir eleştiri eksik olmazken, karakterlerini aklayıp sisteme öfke kusan tek taraflı bir bakışın etkisine hiçbir şekilde girmeksizin, hataları ve sevaplarıyla ele alarak olgun bir dil inşa eder. Mike Leigh’nin sineması bir anlamda toplumsal eşitsizliklere, sınıflar arası ilişkilere yakın temas kuran hikâyeler üzerinden yol alır. Yönetmenin karakterlerine yaklaşımı ve seyirciyle kurduğu ilişkiye baktığımızda ise seyircinin hem hikâye hem de karakterleriyle tam anlamıyla özdeşlik kurmasının önünü kesen biraz mesafeli bir anlatımın hâkim olduğu görülür. Karakter tanımlamalarında boşluklar bırakarak kesif bir portre çizerken, dramatik yapının kurulumunda da anti-klasik bir hikâye anlatımını tercih eder. Yönetmenin tiyatro yönetmeni geçmişinin etkisini hissettirdiği mizansen tasarımlarına baktığımızda; sabit veya az hareket eden kameraların çizdiği çerçevelerin sınırları içerisinde ‘uzun süreli olduğu kadar dinamik de olabilen’ mizansenler yarattığı gözlemlenir. Zaten genel anlamda da karakterlerine yakın veya nadir olarak onları takip eden yavaş hareketli kamera kullanımını tercih eden Leigh, 1993 yapımı Naked filminde daha yoğun olarak Londra kent yaşamını resmetmek amaçlı genel planları kullanmıştır. Ana karakterinin Londra sokaklarını arşınladığı sahnelerde kent-insan iletişimini kurma ve öne çıkarma bağlamında işlevsel bir görüntü yapılandırması ortaya koyar. Karakterinin kent yaşamı içerisindeki kaybolmuşluğunu veya kentin büyüklüğü karşısında daha ‘küçük’ kalışını vurgulamak için kullanır genel planları ve karakterini takip eden kamerasını.
Tekrar yazının başındaki sorumuza dönelim: Mr. Turner Mike Leigh sinemasının neresinde duruyor? Zaten bu sorunun cevapları peşinde yapılan yolculuk sırasında Leigh’nin biyografi türünde nasıl bir sınav verdiğine, Turner karakterini nasıl ele aldığına yönelik çıkarımlara da ulaşılacaktır.
Mike Leigh filmografisindeki ilk dönem filmi olan 1999 yapımı Topsy Turvy’de kostüme bir film olmakla beraber özellikle dönem atmosferini yansıtan detaycı bir sanat yönetiminin filmin başarısında önemli payı olduğu açıktır. Mr.Turner filminde de özellikle mekan tasarımları ve kostüm tercihlerinde gerçekçiliği destekleyen bir başarıya ulaşıldığı söylenebilir. Ayrıca kimi planların veya sahnelerin ‘tablo gibi’ hatta bir ‘Turner tablosu’ gibi tanımına uyacak şekilde görselleştirilmesi filmin içeriğiyle doğru bir şekilde kurulmuş biçimsel bağlar oluyor. Özellikle bazı sahnelerde tuval karşısında resmini yapan Turner’dan doğaya aslında doğanın tablo şeklinde çerçevelenmiş görüntüsüne yapılan geçişler illüzyon etkisi yaratabiliyor. Tabi ki görüntüden dem vururken hem filme hem de Turner resmine asıl ruhunu veren ışığın kullanım şekline/gücüne de ayrı bir parantez açmak gerek. Leigh filmde birçok kez Turner’ın ışığa olan hayranlığına ve onu sanatının ana öğesi yapma tutkusuna vurgu yapmak amaçlı detaylara yer veriyor. Özellikle iç mekânlarda ışığa ‘tam anlamıyla’ ulaşma çabası, çalışmaya başlamanın ön eylemi olarak konumlandırılıyor. Aynı şekilde doğada yaptığı eskiz çizimlerinde de gün ışığından faydalanacak açılar aradığı, gözlemler yaptığı görülüyor.
Karakter olarak Turner’a baktığımızda Mike Leigh’nin karakter yapılandırma kodlarının devreye girdiği söylenebilir. Zaten tam bir biyografi olarak ele alınamayacak film, Turner’ın orta yaş üstü döneminden ölümüne kadar geçen süreyi anlatmaya soyunuyor. Leigh, Turner gibi önemli bir sanatçı figürü; ‘tanımlayıcı, tanıtıcı, gösterişli, sanat eserinin ortaya çıkış sürecine yoğunlaşan, karakter özelliklerinin keskin hatlarla belirlendiği” gibi klasik anlatımın benimsediği yollar üzerinden anlatmayı tercih etmiyor. Leigh sinemasına özgü karakterinde ve hikâyesinde ‘boşluklar, belirsizlikler,’ bırakarak anlatma yolunu seçerken, seyircinin de aktif katılım sağladığı bir evren inşa etmeye çabalıyor. Fakat filmografisinin önceki filmlerinde dramatik yapıya cuk oturan kıyafet, bu kez konu Turner gibi nev-i şahsına münhasır bir isim olunca fazlasıyla ‘dar’ gelmeye başlıyor.
Turner’ın zamanının önemli bölümünü ayırdığı evi ve orada yaşayan hizmetçisi Hannah ile olan ilişkisine baktığımızda senaryonun ilk tökezlediği noktaya da parmak basmış oluyoruz. Özellikle finale doğru Hannah’ın Turner için geliştirdiği tepkiselliği filmin genelinde ikili aralarındaki ilişkiyle beraber okuduğumuzda önemli bir anlam boşluğu ortaya çıkıyor. Film, Turner’in cinsellikle kurduğu ilişki ve davranışları üzerine oldukça bölük pörçük ayrıntılar sunarken; filmin başında Turner-Hannah arasındaki ilişkinin Anayurt Oteli’nin unutulmaz ikilisi Zebercet-Zeynep arasındaki efendi-köle, cinsel olarak talep eden-sorgusuz sualsiz bedenini sunan ilişkisiyle benzeştiği yorumu yapılabilir. Fakat hem bu tek taraflı ilişki boyutunu hem de Hannah’ın hikâyedeki yeri hususunu senaryonun çok derinliksiz işlediği görülüyor. Hannah’ın, Turner’ın hayatının tam olarak neresinde ve nasıl konumlandırılacağı hususu belirsizlikten sıyrılamıyor.
Turner’ın Hannah ile olan ilişkisi haricinde de kişiliği, davranışları, toplum içerisindeki yeri, toplum tarafından algılanışı gibi önemli köşe noktalarında devreye yine Leighvari karakter yapılandırmasının temel özellikleri bir nevi ‘engel’ haline geliyor. Turner’ın ayrıldığı karısı ve kızlarına olan aşırı derecede ilgisizliği, genelde meslektaşları ve aristokrasiyle, birbiriyle çelişen hatta zamanla değişen, ilişki kurma yöntemleri, meslektaşlarının eserleri üzerine yaptığı yorumları gibi farklı konularda Turner’ın aldığı pozisyonun çok çeşitlilik göstermesi ortaya ‘tanımlanamayan’ ve ‘bütünlükten uzak’ bir portre çıkartıyor.
Bir sanatçı portresi olarak Turner’a baktığımızda ise ‘görkem’den, sanatçının ilham süreçlerine yoğunlaşan bir tarzdan uzak bir anlatımın yani anti-klasik bir yöntemin ağır bastığı görülebiliyor. Turner sanatını belirleyen en önemli öğelerden ışık ve doğaya özellikle vurgu yapılırken, örneğin tablolarında da çok yer verdiği deniz tutkusunun temellerine çok inilemiyor. Aynı şekilde sanatçının eserlerini ortaya çıkarma süreci, ilhamın etkileyici gücünden beslenen bir anlatımla sunulmazken, karakterin eser yaratım sürecinde yaşadığı ruhsal çatışmalara da derinlikli bir bakışla yer verilmiyor. Evet, artık Turner klişelerinden sayılabilecek kendini direğe bağlatarak gözlem yapma girişimi hikâyede yer almasına karşın, ortaya çok kapsamlı ve hafızalara kazınacak özel ayrıntılarla süslenmiş bir sanatçı portresi çıkartıldığını söylemek biraz güç.
Mike Leigh’nin adını andığımız yerde sınıflar arası ilişkilere rastlamama imkânı yok gibidir. Mr. Turner filminde de resim sanatının hedef kitlesi olarak gösterilen aristokratik yapı ile Turner’ın aralarındaki gerilimden beslenen ilişki mutlaka söz edilmeye değer unsurlar barındırıyor. Turner’ın gerek yaşam tarzı olarak basitliği, doğal ortam arayışını ve toplumdan uzak kalmayı tercih etmesi gerekse de aristokrat sınıfla aralarındaki kan uyuşmazlığı, kendini oraya ait hissedememesi üzerinden ‘ayrıksı, arada kalmış’ bir porte çiziliyor. Turner’ın zamanının önemli kısımlarını aristokratlarla beraber geçirmesine karşın gerek düşünce yapısı gerekse de icra ettiği sanatı ‘seçkinci’ bir anlayıştan öte ‘toplumun tüm kesimlerine hitap eden’ bir konuma yerleştirmesi hasebiyle gelgitli bir ilişkinin ortaya çıktığı gözlemleniyor. Turner’ın hayatının son yıllarında eserlerinin halka bağışlanması isteği de aristokrasiden bir kopuşu, onun bakış ve değerlendirme açısına getirdiği tepkiyi örneklendiriyor bir bakıma.
Son olarak filmin odağına yerleştirdiği Turner isminin hem dönemin resim sanatı içerisinde hem de sanat çevrelerinde nasıl yorumlandığı, nereye yerleştirildiği gibi çok önemli konu başlıklarında, yönetmenin fazlasıyla sade bir yorumu tercih etmesi kısmen yadırgatıcı ve zayıf bir yorum olarak değerlendirilebilir. Leigh, Turner’i dönemine yön veren, çok etkin bir ressam profili olarak ele almaktansa; karakterin resim sanatı, hayat ve toplumsal dinamiklerle olan ilişkine ağırlık veriyor. Turner’ın kendi resim anlayışında köklü değişikliklere gitme kararı aldıktan sonra ortaya koyduğu eserlerin eleştirilere uğramasının Turner üzerinde yarattığı yıkıcı ve sarsıcı etkiler başarılı sahneler aracılığıyla görselleştiriliyor. Özellikle tiyatroda geçen sahnede, Turner’ın sanatındaki değişimin daha geniş bir toplumsal kitle tarafından kaba ve empatiden yoksun bir dille eleştirilmesi, daha geniş ve güncel bir ifadeyle yeniyi, değişimi arayan/hedefleyen sanatçının çoğunluk tarafından yalnızlaştırılmış dramına görsel bir kaynak oluyor.
Timothy Spall ise bir kez daha seyirciyi kendisine hayran bırakırken, Mike Leigh’in oyuncularına sağladığı sonsuz doğaçlama imkânını kusursuz bir şekilde nimete çevirerek karakterinin ruhuyla bütünleşiyor. Yürüyüşünden keskin bakışlarına, ani tepkilerinden ruhundaki gerilimi bulunduğu ortama yaymayı başaran tekinsizliğine ve finale doğru yalnızlığıyla bedeninin çöküşünü muntazam biçimde aynı potada eriten oyunculuğuyla beyazperdede vurucu bir iz bırakıyor.