James Cameron sinemasındaki devam filmlerinin bir önceki filmden yıllar sonra gösterime girmesi, yönetmenin titiz yaklaşımının büyük bir göstergesi. Yaklaşık 13 sene önce vizyona giren ve üç boyutlu film teknolojisi ile izleyicide ekstra heyecan dalgası oluşturan Avatar filminin devamı olan Avatar: Suyun Yolu adlı film geçtiğimiz hafta gösterime girdi. Aradan geçen bunca zaman sonrasında serinin ikinci filminin bir önceki filmden çok daha cezbedici olduğunu söylemek zor. Fakat bu durum tipik bir devam filmi algısı ile de uyuşmuyor. Zira, ilk cümlede söylendiği gibi yönetmen, titiz bir işçilik ve sürükleyici bir hikaye ile izleyicisinin karşısında.
Filmin ilk filme kıyasla yenilik açısından göze çarpan bir ekstrası bulunmuyor. Bununla birlikte, kullanılan alt metinler ve günümüzün çevresel ve politik meselelerine dair metaforlar, içinde bulunduğumuz çağdan uzak tutmuyor bu fantastik öyküyü. Açılıştan kapanışa kadar, çağımız insanının tüketim odaklı yaşam şekli ve farklılıklara karşı gösterdiği ciddi reaksiyon, öykünün akışında ciddi derecede etkili unsurlar. Fakat günümüzün sosyal medya etkisindeki ve iletişim kanalları neredeyse tümden açık olan insanlar üzerindeki etkisi bir hayli yüksek diyemeyiz. Tatmin eşiği yükselen izleyicinin metaforlarla yüklü hikayeleri içinde bulunduğu çağ ile eşleştirme çabaları geçmişe kıyasla bugün artık daha az. Hızlı tüketimin beraberinde getirdiği konsantrasyon eksikliği, fantastik filmleri çoğunlukla aksiyon kavramı ile özdeşleştirdi. Haliyle de yüksek farkındalık, beyazperdenin olası heyecanını asgariye indiriyor. Avatar: Suyun Yolu filmi de bu algıdan nasibini alıyor ve çok başarılı bir sürükleyici öyküye sahip olmakla beraber, içinde bulunduğu çağdan ötürü felsefik heyecanlardan uzak kalıyor.
Filmin canlı renklerle bürülü iklimi, doğa ile iç içe ve uyumlu bir yaşamın büyüsünü yansıtıyor. Yönetmenin, Terminator 2 filmini mavi filtre ile (son derece başarılı bir tercih ile) çekmesinde de görüleceği gibi mavi rengine karşı (bu yazının yazarı gibi) olumlu manada takıntılı olması, filme ayrı bir canlılık katıyor. Kış sezonunda vizyona girmiş olmasına karşın sıcak yaz günlerini anımsatan bu tercihler, günümüz insanının uzak tutulduğu bir cennet tasviri misali. Bununla birlikte, insan ile uzlaşmıyor yönetmen ve kendi mutlu aleminde bırakıyor filmi. Film evrenindeki canlılara takındırdığı insani refleksler, insana bir uyarı yapmaktan ziyade, iyi huyları örnek alınan insanın bir bütün olarak dışarıda tutulması ve misyonunu bambaşka bir canlı türüne teslim etmesi gibi bir sonucu doğuruyor. Yönetmenin hırslarını dizginleyemeyen insanlara daha önceki filmlerinde yaşattığı kabus, burada da devam ediyor.
Uzun süresine rağmen izleyiciyi bunaltmayan ve sürükleyiciliği sağlayan filmin en zayıf anları final anları. Tipik aksiyon klişelerine sığınan bu anlar, uzatılan gelişme anları ile harcanan zamanın diyeti gibi. Üçüncü filme kapı aralayarak nihayete eren serinin bir sonraki filminin gelip gelmeyeceğini veya ne zaman geleceğini uzun yıllar sonra öğrenebileceğiz gibi duruyor. Dijital platformların sinema salonlarına karşı oluşturduğu tehdit, James Cameron gibi detaylara önem veren ve başarıyı da elde eden yönetmenlerin varlığını önemli kılıyor. Salonlara izleyici çeken sinema insanlarının bu bağlamda üzerlerinde ekstra bir misyon mevcut.
Yönetmenin üç saati aşkın bir süre boyunca yaşattığı görsel ziyafet, pandemi döneminde sinema salonlarına uzak kalan izleyici için 2009 senesindeki ilk filmin başarı ile başlattığı üç boyutlu film teknolojisindeki heyecan kadar önemli. Gerçek bir sinema deneyimi ve sinema salonlarının cezbediciliğini yaşamak isteyenler için uzunca bir süre tercih edilesi bir film olacaktır Avatar: Suyun Yolu.