1911 yılında ilk stüdyosu kurulan Hollywood her zaman dünya sinemasının başkenti pozisyonunda olmuştur. Hayranlıkla izlediğimiz devasa bütçeli filmler burada çekilmiş, ışıltılı aktrisler ve yakışıklı aktörler buradan bizlerin evlerine girmiştir. Marlon Brando kedisini burada sevmiş, Keanu Reeves siyah pelerinini burada giymiş, James Cameron Titanic’i burada batırmıştır. Fakat özellikle 1990’lı senelerde altın çağını yaşayan Hollywood için işler seneler ilerledikçe eskisi gibi parlak olmamaya başladı. 2000’li yıllara girdikten sonra ciddi bir yaratıcılık ve orijinal senaryo bulamama (ya da bulmak istememe) gibi bir krizin içerisine girdi. Tabiri caizse fetret devrine ‘’merhaba’’ dedi. Bu duraklama döneminden kastımız işin maddi boyutu ya da niceliğiyle alakalı değil. Hollywood hala para basan, gösterime soktuğu filmlerin maliyetlerinin kat ve kat üstünde para kazanabilen bir şirket. Olayın derinliklerinde bir yaratıcılık ve nitelik sıkıntısı var. Şimdi türleri ayrı ayrı ele alarak bu dişli çarkın neresinde paslanma var görelim.
İlk olarak korku-gerilim türünü ele alalım. Korku-gerilim türü Hollywood’un her zaman aktif olduğu ve gişede kendini kurtaran film sınıfından oldu. Box Office’i açıp filmlerin hasılat listesine baktığınızda belki üst sıralarda çok fazla korku filmine rastlamazsınız ama korku filmleri düşük maliyetlerine oranla her zaman yüksek gelirler elde etti. Örneğin 2009 yılında gösterime giren Paranormal Activity buna iyi bir örnek olabilir. Filmi veya ait olduğu türü beğenin ya da beğenmeyin ilk filmin senaryosunun işlenişi ve yapılan reklam oldukça ilgi çekti. Daha film vizyona girmeden ‘’tarihin en korkunç’’ filmi olarak lanse edildi. Filmi izleyenlerin tepkileri (reklam olsa da) kamerayla kaydedilip zekice bir pazarlama taktiğiyle bizlere servis edildi. Bunun sonucunda 15 000 dolar gibi düşük bütçeyle çekilen film dünya genelinde 193 milyon dolar gibi inanılmaz bir hasılata imza attı. Film içerik olarak seyirciye isteneni verdi mi bu tartışılır ama yüzde olarak elde edilen kârı görmezden gelmek filme yapılacak büyük bir saygısızlık olur. Peki, Hollywood ne yaptı? Filmin oldukça popüler bir hale geldiğini gören yapımcılar suya sabuna dokunmadan neredeyse aynı senaryoyla filmi ısıtıp ısıtıp önümüze sundu. Seriye hiçbir yenilik eklenmediği gibi mevcut senaryo ve oyunculuklar TV filmi kalitesine geriledi. Ben bu satırları yazarken elimizdeki mevcut Paranormal Activity sayısı 6’ya ulaştı bile!
Şimdi öyle bir sektör düşünün ki, zamanında Alien, The Exorcist, A Nightmare on Elm Street, Scream gibi kült ve başarılı gerilim türleri çıkarabiliyor. George Romero önderliğinde zombi dünyasına merhaba diyor, Nicholson ile kapıları parçalıyor ama ne oluyorsa son 10 senedir bu türe ait heyecan uyandıran bir eser neredeyse hiç gelmiyor, geliyorsa da hemen devamı çekilip rezil ediliyor. Bu buhrandan kurtulmak için sektör, milenyum başlarında dışarıdan film ithal etmeye başladı ve gözünü uzak doğuya çevirdi. Çektiği animeler ile yaratıcılığın sınırlarını zorlayan Japonya ve korku-gerilim türünde hiçte fena işler çıkarmayan Kore sinemasında başarı göstermiş filmleri (The Ring, The Eye, One Missed Call gibi) yeniden çekerek gösterime soktu. Resident Evil, Silent Hill gibi son derece popüler ve başarılı video oyunlarına yöneldi. Dan Brown veya Stephen King gibi bestseller yazarların kitaplarını tırnaklarını yiyerek bekledi. Neredeyse bütün filmleri handycam ile çekerek ‘’bu tür tutuyor, biz buradan yürüyelim’’ mantığıyla işledi. Dediğimiz gibi nicelik ve gişe olarak ortada bir sıkıntı gözükmese de yaratıcılık anlamında çok ciddi bir krize girdiler. Bunlardan başka başarı göstermiş ya da ses getirmiş filmlerinde başarısız devamlarını çekerek resmen kendi ayağına çelme takmış oldu. Örneğin türüne yenilik katmaya çalışan ve benim başarılı bulduğum Insidious ile Sinister son derece amatörce çekilmiş devam filmleriyle heba oldu.
Fantastik ve bilim kurgu türünde de durum çok farklı değil. 2000’li yılların başında aylar öncesinden bilet aldığımız ve vizyona girmesini sabırsızlıkla beklediğimiz The Matrix, Star Wars, The Lord Of The Rings ya da Harry Potter gibi majör serilerden sonra sektör büyük bir boşluğa düştü. O zamanlar sanki yazılı olmayan bir antlaşma varmış gibi çoğu seri ‘’üçleme’’olarak adlandırıldı ve 3. filmde seri bitecek mantığı hafızalarımıza işlenmişti. Bunlardan başka Pirates Of The Caribbean gibi beklenmedik anda başarıya ulaşıp seyircileri fetheden seriler de sektörün yüzünü güldürdü. Peki, bizim açgözlü bebeğimiz Hollywood ne yaptı? Yüzüklerin Efendisi’ne göre daha ‘’hafif’’ bir konuya sahip The Hobbit’i üçe böldü. (Eğer Hobbit üç filmse Yüzüklerin Efendisi’nden en az dokuz film çıkar). İçerik olarak buna uygun olmayan The Hobbit çoğu orta dünya hayranını hayal kırıklığına uğrattı ve bu duruma seyirci kalmayan oğul Tolkien filmin bütün haklarını Peter amcadan çekti. Bundan başka bence ikinci filmle zirvede biten Terminator serisini vasat bir 3.filmle canlandırmayı denedi, tutmadı. Christian Bale’i arkasına alarak bir daha olur mu dedi, olmadı. Bütün tıkanmışlığa rağmen 2015 senesinde Hollywood bir kez daha Terminator filmi çekerek aslında ne kadar çaresiz durumda olduğunu bizlere ispatlamış oldu. Bundan başka 1999 yılında çekilen ve çoğu sinemaseverin keyifle izlediği ‘’The Mummy’’ nin Tom Cruise ile yeniden çekileceği açıklandı. Girdiği senede görece olarak başarılı olmuş bir filmi üstünden o kadar da uzun bir süre geçmemiş olmasına rağmen yeniden çekmenin amacı sizce nedir?
Peki, Hollywood’u bu türde kurtaran ne? Cevap sadece iki kelime; ‘’Çizgi Romanlar’’. DC Comics ve özellikle Marvel şu an Hollywood’un bütün gişe yükünü üstlenmiş durumdalar. The Avengers ve buradaki kahramanlarımızın single hikâyeleri ile Batman’in maceraları geçtiğimiz yıllarda yapımcıların yüzünü oldukça güldürdü. Çoğu filmin vasat üstü olduğunu hatta Nolan’ın serisinin başyapıt olduğunu kabullenmekle birlikte senede en az on tane çizgi roman filminin vizyona girmesi ve bu türde başka hiçbir yeniliğin sunulamaması bazı kesimi rahatsız etmiyor değil. Örneğin geride bıraktığımız ve içine yeni girmiş olduğumuz sezonu ele alırsak bizi sinemaya götürmüş veya götürecek filmler hangileri; Star Wars: VII (var olan serinin devamı), Batman vs Superman (çizgi roman), Warcraft (video oyunu), Civil War (çizgi roman) yani yeni bir şey yok. Geçtiğimiz seneler içerisinde Inception dışında ‘’yenilik’’ barındıran bir film izleyemedik maalesef.
Drama filmlerine gelecek olursak bunlar gişeye değil genelde akademiye daha yakın duran filmlerdir. Filmin açılışında ‘’based on a true story’’ yazısını gördüğümüzde içimizde iyi bir film izleyeceğimiz hissiyatı oluşur çoğundan da mutlu veya tatmin olmuş bir şekilde ayrılırdık. Bu türde de son yıllarda çok büyük düşüşler gözlemek mümkün. Çekilen filmler belirli bir havuzun içinden cımbızla seçiliyor ve bu hiç değişmiyor. Örneğin ABD propagandaları (Irak Savaşı, Bin Ladin, 11 Eylül vb.) veya kölelikle ilgili filmler her zaman Akademinin hoşuna giden filmler olduğu için bazı yönetmenler direkt bu damarı yakalayıp filmlerini buna göre yontuyor. Oscar’ı son beş yılda kazanan filmlerden bazılarına bakacak olursak; The Hurt Locker (ABD milliyetçiliği), Argo (biz aslında öcü değiliz), 12 Years A Slave (bakın hatalarımızdan ders alıyoruz) gibi filmler açıkçası bana o kadar masum gelmiyor. 90’lı yılların sonlarında Fight Club gibi muhalif ve sert filmler çekebilen, popüler kültürü yerden yere vuran David Fincher bile The Social Network’u çektiğinde benim için çoktan Brutus olmuştu bile. Tüm bu saydıklarım iyi filmler olabilir ancak burada tartıştığımız konu bu değil. Altını çizmek istediğimiz şey, yapımcı ve yönetmenlerin filmlerini birer ideolojiye dönüştürme gayreti ve bunları seyirciye aşılama çabaları.
Bence göz ardı edilen ama sinema sektörüne direkt olmasa da dolaylı yoldan çelme takan sektörlerden birisi de televizyon dünyasıdır. Peki, bu nasıl oluyor? Çok fazla geriye gitmeye gerek yok. Yayınlandığı zamanda herkesin merakla izlediği ve TV sektörü için oldukça pahalı bir yapım olan ‘Lost’ dizisinin reyting başarısından sonra bu sektöre yatırımlar oldukça artmaya başladı. Zamanla bunu Prison Break, Heroes gibi yine pahalı prodüksiyonlar takip etti. İnsanlar sinemada özlediği yaratıcı senaryoları televizyon ekranında bulmaya başladı. The Walking Dead, Game of Thrones, Breaking Bad gibi bir sinema filminden aşağı kalır yönü olmayan dev projeler karşımıza çıktı. Son dört beş yıl içerisinde de dizi oyuncuları-sinema oyuncuları duvarı tamamen yıkıldı. Kevin Spacey, Matthew McConaughey, Colin Farrell ya da Martin Freeman gibi usta aktörleri artık TV ekranında görmek mümkün hale geldi. Hatta dizi sektörü o kadar popüler hale geldi ki yayın hayatına son vermiş olan Friends, Prison Break, 24 ve The X-Files dizileri yeniden hayat buldu.
Sonuç olarak, Hollywood maddi anlamda rahat olsa da yaratıcılık ve yenilik olarak çok büyük bir buhranda. Sırtını tamamıyla remake filmlere, çizgi romanlara, video oyunlarına ve yazarların çıkaracağı kitaplara dayamış durumda. Umarım gelecek senelerde bu kısır döngü kırılır ve 1999 yılındaki gibi Saving Private Ryan, Life is Beatiful, The Thin Red Line gibi başyapıtlar varken nasıl ödül Shakespeare in Love’a gitti diye tartışırız.
Yazar: Nebi Salih Küçük