Enfes bir alegori olan ilk filmi Tepenin Ardı’yla sağlam adımlarla yola çıkan ancak anlatısını büyüttüğü Abluka’da tökezleyen Emin Alper, Kız Kardeşler’de yüzünü başka tarafa çevirmiş, başarılı bir film ortaya koysa da kendinden beklenen temalara fazla el sürmemişti. Kariyer zirvesi Kurak Günler’de görüyoruz ki hayatı boyunca bu filme hazırlanmış. Abluka, filmografisi için çok erkenmiş, hazır değilmiş o kadar büyük bir film yapmaya ama şimdi hem Abluka’nın günahlarını affettirmiş hem de 1999’da başladığını söyleyebileceğimiz Yeni Türkiye Sineması’nın en iyi politik gerilimini yaratmış.
Küçük bir kasabaya atanan Cumhuriyet Savcısı Emre, Hybrid Toyota’sı, süt beyazı teni ve adalete olan inancıyla göreve başlar. Kendinden eminliğin getirdiği hafif ve yakışan bir ukalalığı, sistemin tüm unsurlarının işleyişine tam inancı vardır. Ne var ki deneyimsizlik ve halkını yeterince tanımamak gibi karnını yumuşatan şeyleri dik duruşuyla saklayamaz. Kaçın kuraları, köylü kurnazları ve birbirinin sırtını kaşıyanlar tarafından kısa sürede ablukaya alınacağını kestiremez.
Kurak Günler, her ne kadar savcı, belediye başkanı, avukat, diş hekimi, hâkim ve gazeteci gibi karakterleri olsa da uzun süre politik bir film olmakla ilgilenmez gibi yapıyor. Kasabanın su sorunu, yaklaşan seçimler ve güç savaşları hep gözümüzün önünde olsa da hikâyenin belkemiği haddinden fazla alkol alınmış bir gecede yaşananların hatırlanmaması üzerinden yaratılan gerilim oluyor. Emre’nin zihnindeki perde kalktıkça seyirci de parçaları onunla birlikte birleştiriyor. Ben bu kısımları, kendimi hikâyenin heyecanına bırakıp hiçbir söyleme yüz vermeden izledim. Ne de olsa doğduğum günden bu yana Türkiye’de yaşıyorum; Emre’nin çevresindeki insanları kanıksanmış kabullerle bir köşede tuttum, Emre’ye, savcı olmasının getirdiği iç rahatlığıyla yaklaştım, başına bir şey gelmez diye düşündüm. Emre de öyle düşünüyordu çünkü. Bir telefonuna bakardı sorunları çözmek. Kolluk kuvvetleri elinin altındaydı. İstediği kişiyi kilit altına alabilirdi. Bütün bunları Emin Alper de ince ince hesaplamış olacak ki, gerçekten son perdeye kadar çok kaliteli bir ana akım polisiye-gerilim izliyorum duygusundaydım. Son perdedeyse her şey değişti. Zemin altımdan kaydı, güvendiğim dağlar çöküp yerin dibine girdi, obruklar oluştu. Emin Alper öyle bir tokat vurdu ki Emre’ye ve bana… “Birileri size zarar vermek isterse kanun sizi koruyamaz, kanun, koyucuları bile koruyamıyor” dedi. Sarsıldım. Bilmiyor muydum böyle olduğunu, elbette biliyordum. Kanun adamlarının başına gelenleri takip etmiyor muydum medyadan, elbette ediyordum. Peki neden bir anda, nasıl oldu da Emre’nin bembeyaz eğitimli yüzünden özgüveninin silinmesi gibi silindi kendini güvende hissetme duygum? Çünkü hiç beklemediğim o an geldi: Sıra bana geldi.
Emre, sıranın asla kendisine geleceğini düşünmüyordu. O, kanundu, kanunlar iyi korunurdu, uygulanırdı. Emre’nin gücü, arkasında duranlardı. Peki ya hâkim, polis olmasa, Emre ne yapabilir tek başına? Hele de “halk bunu isterken” ve o halk kelle sayısının çokluğuyla iktidara gelip istediği gibi coşarken, kim durdurabilir cahilliği, kötülüğü, kalabalıkları? Hangi kanun, hangi savcı…
Selahattin Paşalı, Savcı Emre için biçilmiş kaftan olduğunu ispat ediyor. Emre eğitimli, Beyaz Türk bir aileden geldiği belli. Kasabanın kavruk insanlarına benzemiyor. Giydiği yakışıyor, ütüsü hiç bozulmuyor. Duruşu birçok şey anlatıyor. Paşalı fiziksel uygunluğunu avantaja çevirip zihnen de her şeyini ortaya koyduğu kusursuz bir performans vermiş. Bu rolde başka kimseyi düşünemiyorum. Ekin Koç için aynı şeyleri söyleyemeyeceğim ama. Herhangi bir eli yüzü düzgün oyuncunun altından kalkabileceği, düz çizen bir karakteri dümdüz canlandırmış. Paşalı’nın ardından en büyük yük Erol Babaoğlu’na düşmüş ve o da Belediye Başkanı’nın oğlu Avukat Şahin rolünde harikalar yaratmış. Erdem Şenocak, diş hekimi rolünde kendisinden bekleneni verirken, Ali Seçkiner Alıcı da hakkını arayan baba olarak cuk oturmuş. Kazım Sinan Demirer zaten polis rolü oynamak için doğmuş. Bir parantez de Pekmez rolündeki Eylül Ersöz’e açayım. Euphoria setine gitse Zendaya’nın dublörü olabilirmiş.
Yurt dışında yaşayan birisi Türkiye’nin halini sorsa, ona Kurak Günler’i izletirdim. Ne eksik ne fazla, gereken her şeyi öğrenirdi. Ancak bizim kadar dokunmazdı ona izledikleri çünkü dışardan bir gözün senaryodaki tüm inceliklere vakıf olması mümkün değil. Belki bu yüzdendir Cannes’dan eli boş dönmesi Emin Alper’in. Ancak yaşayan bilir Türkiye’nin kuraklığını, bir damla su bekleyerek geçirdiğimiz günleri, üzerimize atılan suçları, kazananları ve kaybedenleri…