Söz Kısa Filmcilerde röportaj serisinin 47. haftasından herkese merhaba. Kısa film türünde, yönetmenlerin büyük bir çoğunlukla kendi yazdıkları senaryoları filme çektiğine tanık oluyoruz. Bu haftaki konuğumun filmi ise İşte Böyle Güzelim isimli kitaptan serbest uyarlandı. 58. Antalya Altın Portakal Film Festivali’nin Ulusal Kısa Metraj Film Yarışması’nda En İyi Kısa Film ödülünü kazanan Siz Biraz Uzak Kaldınız, yönetmeni Elif Refiğ ile bu hafta üzerine konuşacağımız film olacak. Oyuncu kadrosunda Nazlı Bulum, Nezaket Erden ve Aykut Sezgi Mengi’nin yer aldığı Siz Biraz Uzak Kaldınız; bir öğrenci evi, iki kadın, bir adam, yakın dostluk, iki skor, bir akşam yemeği, aşk, kalabalık sokaklar, bitmeyen umutlar, şehrin kocaman sesi altında ezilen küçük çığlıklarını odağına alıyor.
Siz Biraz Uzak Kaldınız ile hayatımızın hemen her anında yanımızda olan ön yargılara dair derin bir anlatım sergileyen ve gerçekleri yüzümüze tokat gibi çarpan Elif Refiğ ile gerçekleştirdiğim bu röportajda filmi, hikayesi, çekimleri, gelecek hedefleri ve merak ettiğim başka noktaları da konuşma fırsatı buldum.
Herkese keyifli ve ilham veren okumalar.
Film hakkında konuşmadan önce ilk olarak sizi tanıyalım. Kimdir Elif Refiğ?
İstanbul’da doğdum Beyoğlu’nda büyüdüm. İstanbul Lisesi ve Boğaziçi Üniversitesi’nden mezun olduktan sonra New York’taki Columbia Üniversitesi’nde sinema yüksek lisansı yaptım. Bir süre Amerika’daki film setlerinde değişik görevlerde çalıştım. İlk uzun metrajlı filmim Ferahfeza’yı hazırlamak için 2010’da Türkiye’ye döndüm. Bir dönem reklam yönetmenliği, dizi senaristliği yaptım. New York, Berlin ve İstanbul’da yazarlık ve yönetmenlik alanında dersler verdim. Şimdi Koç Üniversitesi’nde yarı zamanlı öğretim görevlisi olarak çalışıyorum. İkinci uzun metrajlı filmimi geliştiriyorum ve dijital platformlar için içerik üretiyorum.
Filmin ön hazırlık, çekim ve post prodüksiyonu ne kadar sürede tamamlandı?
Filmin senaryo süreci yaklaşık üç ay sürdü. İşte Böyle Güzelim isimli röportaj kitabından seçtiğimiz iki bölümle ilgili Murat Mahmutyazıcıoğlu ile oldukça detaylı konuşmalarımız oldu. Türkiye’de çok farklı sosyo-ekonomik sınıftan kadının cinsellik tecrübelerini aktardığı röportajlar oldukça katmanlı bir yapıya sahip. Biliyorsunuz Ayşe Gül Altınay, Nilgün Bayraktar, Esin Düzel ve Hülya Adak tarafından hazırlanan kitap, daha önce okuma tiyatrosu olarak da sahnelenmişti. Murat’la tematik ve dramaturjik anlamda ortak bir noktada buluştuktan sonra kendimize prodüksiyonel sınırlar çizdik. Hikaye tek mekanda geçecek ve bunun dışında sadece sokaklar olacak diye karar verdik. Murat senaryoyu son haline getirdikten sonra oyuncularımızı belirledik. Bu süreç de oldukça kısaydı çünkü oyuncularımız Nezaket Erden, Nazlı Bulum ve Aykut Sezgi Mengi zaten yazım sürecinde aklımızda olan kişilerdi ve yoğun programlarına rağmen senaryoyu çok sevdikleri için çalışmayı kabul ettiler. Maça Film’in dahiliyeti ile yapım süreci başladı. Ön hazırlık yaklaşık 15 gün sürdü, toplam 2,5 gün çekim yaptık. Görüntü yönetmenimiz Barış Özbiçer bu tip hızlı ve etkili olunması gereken setlerde oldukça tecrübeli bir isim, projeyi üstlendiği zaman sonuna kadar her detayıyla sahiplenen bir etik anlayışı var. Barış ayrıca ana mekanımızı görsel olarak tekrara düşmeden kullanmak yönünde de büyük katkı sundu, ışık şefimiz Kadir Yazıcı’nın da mekanı ışıkla boyamak ve bölmek anlamında katkısı çok büyüktür. Keza sanat yönetmenimiz Hülya Karakaş, mekanı hem doğal hem de renkli kılmak için basit ve etkili çözümler üretti. Hazırlıktan çekim tamamlanana kadar geçen süre oldukça kısaydı. Sonrasında Evren Luş’la kurgu sürecinde belli bir çalışma temposunu koruduğumuz fakat kendimizi aceleye getirmediğimiz bir yöntem tercih ettik. Evren’in kurgu anlayışı benim için her seferinde gerçekten ilham verici oluyor, çok detaylı çalışıyor ama detaylarda asla boğulmuyor. Ahmet Kenan Bilgiç’in bestelediği film skoru da kurgunun yapısını güçlendirici etki sağladı diye düşünüyorum. Tecrübeli bir yapım ekibi ve işinin ehli bir yaratıcı ekiple çalıştığım için çok şanslıyım.
Kısa filmlerde çoğunlukla yönetmenler kendi yazdıkları senaryonun hikayesini filme çekerler. Siz ise Fü, Sen İstanbul’dan Daha Güzelsin ve Kadercan oyunlarının Afife ödüllü yazarı Murat Mahmutyazıcıoğlu’nun senaryosunu filmleştirdiniz. Kendisiyle çalışmak sizin için nasıl bir deneyimdi? Senaryonun filme dönüşmesinde nasıl katkıları oldu?
Güvendiğim yazarların senaryolarını filme çekmek benim için aslında kendi yazdığım senaryoları çekmekten daha keyifli. Bunu daha önce de tecrübe etmiştim. Sanıyorum bahsettiğiniz genelleme bir seçim olmaktan ziyade şartların gerekliliği bu yönde algısı mevcut olduğu için geçerli kabul ediliyor. Murat Mahmutyazıcıoğlu ile çalışmak hiç bitmesin isteyeceğiniz bir deneyim. Kelimelerle ve hayatla çok hassas ve güçlü bir ilişkisi var. Tiyatro kökenli olması belli mekansal sınırlar içinde güçlü metinler yaratmasını kolaylaştırıyor. Murat’In aynı zamanda oyunculuk deneyimi var ve bu da yazdıklarını gerçek kılmaya katkıda bulunuyor diye düşünüyorum. Birlikte çalışmaktan ikimiz de keyif aldık ve şimdi yeni bir proje üzerinde çalışıyoruz.
Filminiz, Sel Yayıncılık tarafından ilk basımı 2002’de yapılan “İşte Böyle Güzelim” kitabından bir serbest uyarlama olarak tasarlandı. Filmin ön hazırlık sürecinde kitabı okuma fırsatı buldunuz mu yoksa sadece senaryoya bağlı mı hareket ettiniz?
Senaryomuz yukarıda da bahsettiğim gibi kitaptan yapılan bir serbest uyarlama. Dolayısıyla evet kitabı birden çok kez okudum ve içindeki iki röportaj senaryomuzun oluşma sürecini çerçeveledi.
Günümüz dünyası ve Türkiye’sinin kutuplaşmış yapısı bizleri pek çok farklı noktaya doğru itiyor ve birbirimizden uzaklaştırıyor. Siz de filminizde bu konuya farklı ve cesur bir bakış açısı getirmişsiniz. Mevcut düzen içinde böylesi bir haykırış size ne gibi sorumluluklar yükledi?
Açıkçası şu an herhangi bir sorumluluk hissetmiyorum ama muhtemelen bir noktada hissettiğim için bu filmi yapmak istedim. Toplumsal ayrışmanın tahammül edilemez bir noktada olduğunu iliklerimize kadar hissettiğimiz ama alacağımız pozisyonu tam olarak kestiremediğimiz bir noktada, sanıyorum 2018 olması lazım, nasıl bu kadar ayrı düştüğümüzü anlamaya çalışıyordum. Bununla ilgili bir film yapmak istiyorum gibi bir kararım vardı ama nasıl bir şey olacağını kestiremiyordum. İsteğin harekete dönmesinin zor hissedildiği, umutsuz ve atıl bir duyguda olduğumu hatırlıyorum. Nick Cave İstanbul’a konser vermeye gelmişti ve yapımcı arkadaşım Enis Köstepen fazla bileti olduğunu söyledi. Enis’le üniversite yıllarından beri onlarca konsere birlikte gitmiştik, normalde Nick Cave’in konserine benim nasıl biletim olmazdı, bayağı kendimi kapatmışım anlaşılan. Nick Cave oğlunu kaybettikten sonra ilk kez turneye çıkmıştı. Müziğiyle ve dinleyicileriyle birlikte toplu bir iyileşme amacındaydı ve Türkiye’nin içinde bulunduğu yas haliyle çok yakın bir ilişki kurmuştu. Büyülü bir konserdi, katartik bir atmosfer vardı, bir ritüele benziyordu, dinleyenlerin durup ağladığını net olarak hatırlıyorum. Çok uzun süredir tanıdığım ama bir süredir sohbet etme fırsatımız olmayan Aykut Sezgi Mengi’yle de aynı konserde karşılaştık. Sezgi’ye yapmak istediğim filmden bahsettim, o da bana İşte Böyle Güzelim kitabından bahsetti. Sonra Murat’la tanışmamıza vesile oldu. Sanıyorum Siz Biraz Uzak Kaldınız’ın mimarlarından birisi de Nick Cave, özel teşekkürlerin de Enis Köstepen ve Aykut Sezgi Mengi’ye gitmesi yerinde olur.
Ön yargılar hayatımızın hemen her anında bizimle birlikte ve filminizle bu olgunun yüzüme tokat gibi çarptığını hissettim. Filmin ilk anından itibaren karakterler hakkında yerleştirdiğiniz ipuçlarına kanarak geliştirdiğimiz ön yargıların ne denli yanlış olduğunu bizlere gösteriyorsunuz. Albert Einstein’ın da dediği gibi “Ön yargıları yok etmek, atom çekirdeğini parçalamaktan daha zordur”. Bunu aşmanın bir yolu var mı peki? Yoksa insanoğlunun zihninden koparamadığı bir virüs mü ön yargılar?
Bu konuda mutlak ifadeler kullanmaktan kaçınmakta fayda olduğunu düşünüyorum. Bana göre kıymetli olan çaba göstermek. Genel geçer kabullerin sorgulanmaktan muaf oldukları yanılsaması kolaycılık alışkanlığının ürünü. Siz Biraz Uzak Kaldınız’ın yapım sürecinde biz de ekip arkadaşlarımızla bu konuyu defalarca konuştuk. Hatta senaryoyla ilgili yorumları tartışırken “Kendimi hiç öyle düşünmezdim ama ben de galiba muhafazakarmışım” diyen arkadaşlarımız oldu. Filmlerin yapılma süreçleri bu tip diyalogları açtığı zaman yönetmen olarak iyi bir film yapıyor olduğum duygusu pekişiyor ve bu tip tartışmalar beni motive ediyor. Sorunuza net bir cevabım yok ama filmin bir tartışma alanı açmasını hedeflediğim muhakkak ve umarım bu anlamda katkı sağlamayı başarmışızdır.
Oldukça realist diyaloglar, doğal oyunculuklar ve tam ayarında tıkır tıkır işleyen bir senaryo, filmi bir üst seviyeye taşımış. Teknik konulardaki titiz çalışmanızı neye borçlusunuz?
Film yaparken bir dünya kurmanız gerekiyor, kendi içinde tutarlı ve akışkan bir yapısı olmasını hedefliyorsunuz. Kurduğunuz dünyanın hayatı anımsatması lazım ama gerçeklikle birebir bir ilişki kurmamalı, gerçeğe dair ama gerçeğin üstünde bir formu olmalı. Dolayısıyla en ufak ayrıntıyı bile çok iyi hesaplamakla yükümlüsünüz.
Hayatımızın her anında incir kabuğunu doldurmayacak meseleler yüzünden kolayca ayrışabiliyoruz. Neredeyse herkesin tahammül sınırının sıfır olduğu bir dünyada sanatı kullanarak bunu da başarılı şekilde anlatıyorsunuz. Ön yargıların olmadığı bir ütopya mümkün mü sizce?
Bu ihtimali bir ütopya olarak değerlendirmekten vazgeçtiğimiz noktada bunun mümkün olabileceğini düşünüyorum. Aslında gündeliğin içinde bu ihtimal mevcut olduğu için sanatın da konusu haline geliyor olmalı. Aksi sanatın doğasına aykırı olurdu.
Özellikle son yıllarda seyircilerin uzun süre bir şeylere odaklanıp izleme tahammülü daha düşük seviyelerde. Bu noktada kısa filmler de eskiye nazaran daha çok ilgi görüyor. Bu durum hakkında düşünceleriniz neler?
Ben form olarak kısa filmi her zaman çok sevdim ve bazen popüler kültürün dayatmaları daha önce hakkı teslim edilmemiş sanat formlarının daha fazla dikkat çekmesine vesile olabiliyor. Uzun metraj film üretimi özellikle son on yılda finansal ve siyasal pek çok kısıtlama sebebiyle özgünlüğünden ve özgürlüğünden taviz veriyor. Üretilen filmler dikkat çekici bir şekilde birbirine benziyor. Kısa film ise form olarak daha cesur cümleler kurmaya elverişli bir alana dönüştü. Aynı tespiti tiyatro için yapmak da mümkün, pek çok bağımsız sahne, oyuncu ve yazar tiyatroda açtıkları kolektif alanda üretimlerine devam ediyor. Pandemi engellemeleri elbette bu süreçlere ciddi darbe vurdu ama izleyici özgün seslere ihtiyaç duyuyor, kısa film ve tiyatroya artan ilginin bunun güçlü bir göstergesi olduğunu düşünüyorum.
Filmde başrol oyuncularınız Nazlı Bulum, Nezaket Erden ve Aykut Sezgi Mengi’nin uyumu da gözlerden kaçmıyor. Rollerine hazırlık süreci ve oyuncu yönetimi konusunda nasıl bir süreçten geçtiler? Sizin onlara veya onların size kattığı neler oldu?
Üçü de yetenekli ve tecrübeli oyuncular, karakterleri çok hızlı ve derinden kavradılar. Toplamda bir okuma bir de mizansenli prova yaptık. Senaryoda benim için önemli olan bazı anların prova esnasında oyuncuların inisiyatifiyle şekillenmesine alan açmayı faydalı buluyorum. Özellikle iyi oyuncularla çalıştığınızda bu süreç çok keyifli oluyor. Film yapmanın her aşamasında, hem kendimle hem ekip arkadaşlarımla ilgili olarak, ama özellikle oyuncularla çalışırken keyif unsurunu hayatta tutmayı önemserim. Bu bana göre maksimum verim almanın biricik yoludur. En azından benim için öyle oluyor. Eğlenmiyorsam verimli olamıyorum. Oyuncularımız da hem kendi içlerinde uyumlu hem de keyif almayı bilen ve seven kişiler. Bu konuda çok şanslı olduğumu düşünüyorum.
Dünya sinemasına baktığımızda kısa filmlere uzun metraj filmler kadar değer verildiğini görüyoruz. Nitekim Safdie Kardeşler, Luca Guadagnino, Yorgos Lanthimos, David Lynch ve Pedro Almodóvar gibi usta isimler kısa filmler de üretiyorlar. Bizim sinemamızda ise kısa filmlere daha çok uzun metraj çekmeden önce bir sıçrama tahtası olarak bakılıyor fakat son yıllarda bu durum değişmekte. Sizin bu konudaki düşünceleriniz neler?
Antalya Altın Portakal Film Festivali’nde tanışmaktan çok mutlu olduğum Ali Tansu Turhan hem kısa film seçkisinden ikincilik ödülü aldı hem de ulusal uzun metraj seçkisinde yer alan çok heyecan verici ve yenilikçi Diyalog filminin yönetmeni. Aynı filmin yapımcısı Burcu Uğuz’un da kısa film seçkisinde güçlü bir filmini izleme şansım oldu. Ali Tansu’nun ödül töreninde söylediklerine katılmamak mümkün değil: “Filmin kısası uzunu olmaz. Film filmdir, dert derttir” demişti. Adını saydığınız yönetmenler son dönemde yaptıkları kısa filmleri dijital mecralarda izleyiciyle buluşturacak alanı buldukları için bu anlamda üretim yapmaya teşvik ediliyor. Bundan “Kısa filme verilen değer arttı” gibi bir çıkarım yapmak tam olarak yerinde mi kestiremiyorum. “Popüler kültürün tüketim alanı kısa film formunu da içermeyi kârlı buluyor” bana göre daha yerinde bir tespit olur. Nitekim Lucrecia Martel, Claire Denis, Apichatpong Weerasethakul, Abbas Kiarostami ve sayısı artırılabilecek pek çok yönetmen, kariyerleri süresince uzun metrajlı filmlerinin yanı sıra kısa filmler yaptılar. Temel fark bu bilginin dolaşıma sokulma sıklığıyla ilgili. Kısa filmlerin dolaşıma sokuluyor olması finanse ediliyor ve bu finansmanın dönüşünün bekleniyor olduğu gerçeğini de beraberinde getiriyor. Bunun filmciler için verimli olabilecek ama tehlike de barındıran bir gelişme olduğunu düşünüyorum. Bahsettiğiniz yönetmenlerin yaptıkları kısa filmlerin çoğunu izledim. Beni şaşırtan veya derinden etkileyen bir tanesiyle karşılaştığımı söylemek dürüstlük olmazdı.
İlerleyen süreç için üzerinde çalıştığınız başka bir kısa veya uzun metraj projeniz var mı?
Yukarıda bahsettiğim gibi Murat Mahmutyazcıoğlu ile üzerinde çalıştığımız bir uzun metrajlı film projemiz var. Bunun yanı sıra bir roman uyarlaması ile ilgili ve T.C. Kültür ve Turizm Bakanlığı’ndan “Geliştirme Desteği” alan bir diğer uzun metrajlı film için çalışıyorum. Önümüzdeki yıl bunların dışında bir kısa film çekmek de istiyorum. Hangi sırayla hayata geçeceklerini henüz kestiremiyorum. Umarım çok uzun sürmez.