Robert Langdon’un her filminde başka bir kadınla gizemden gizeme koştuğu serinin son ürünü Inferno, milyarlık nüfusundan ötürü insanlığın kendi cehennemine doğru koşmakta olduğunu düşünen Zobrist adında zengin bir mühendisin karanlık planlarına karşı verilen mücadeleyi anlatıyor. Floransa-Venedik-İstanbul hattında seyreden filmdeki dehşetin gizemleri, Dante’nin İlahi Komedya’sındaki cehennem tasviri içerisine gizleniyor. Hayatını semboller ve şifrelere adayan Langdon’un bu filmdeki zayıf çözümlemeleri, salt final odaklı bir kurguyu işaret ediyor.
Zobrist’in insanlığı kurtarmak adına dünya nüfusunu yarıya indirme projesinde yok edilecek kitleden kendisini ari görmesi, problemin esas kaynağının topyekun algı durumunu yansıtan bir husus. Farklı coğrafyalara özgürlüğün meşalesini taşıma adına büyük bir vurgunun ve ardında derin yaralarla dolu acıların altına imza atanların yine de hiçbir sorumluluk duygusu taşımadan kahramanlık gösterisine girişmelerini tetikleyen düşünsel altyapının tedaviye muhtaç oluşu aşikar. Dr. Sienna ise egosunu zirvelere taşıyan mükemmelliyetçi hayat şeklinin etkisiyle geri adım atmaksızın, mutlak doğruluğuna inandığı fikirleri hayata geçirme konusundaki kararlılığıyla Zobrist’in en büyük yol arkadaşı. Tüm bu karanlık bileşenler, Dan Brown’un filme de esin kaynağı olan Da Vinci Şifresi adlı kitabının yayınlandığı dönemde uyandırdığı etkinin yanına dahi yaklaşamıyor. Zira aradan geçen uzun yıllar boyunca benzer hikâyelerin beyazperdede daha fazla teknolojik yenilikle donatılarak gösterilmiş olması ve izleyicideki tatmin eşiğinin anbean yükseliyor oluşu, kalıplaşmış ve hatta biraz fazlaca tutuk polisiye kovalamacalarıyla bezeli Inferno’yu çekicilikten uzaklaştırıyor.
Inferno’nun finaline ev sahipliği yapan İstanbul’un yerli yapımlar ve dünya sinemasında iyiden iyiye Sultanahmet-Ayasofya-Kapalıçarşı üçgenine sıkıştırılma eğilimi, can sıkıcı bir durum. Her ne kadar Yerebatan Sarnıcı’nın akustik atmosferine genişçe yer verilmiş olsa da, (filmdeki metaforuyla) sıcak ve soğuk suyun temas ettiği, dev imparatorluklara başkent olan bir şehrin indirgemeci bir bakışın daraltılmış alanına hapsedilme tehlikesini görmezden gelmemek gerek. Son yılların İstanbul mekanlı Hollywood filmlerinde (kasıtlı-kasıtsız) çizilen oryantalist portreye nazaran kısıtlı süresinde daha soft ve art niyetsiz duran bir insan-toplum-mekan ilişkisinin varlığından söz edilebilir. Çeşitli nedenlerle Batı dünyasının turistik tercihlerinde alt sıralara inen İstanbul’un görsel çekiciliğini yansıtan fazlaca karenin bulunduğunu da not düşmek gerek.
Serinin başkarakteri Robert Langdon’u canlandıran Tom Hanks, alışılageldik performansının bir gömlek altında ne yazık ki. Halüsinasyon dolu sahnelerin teknik ve muhteva bakımından tatmin edicilikten uzak oluşu ve uğradığı şiddetli saldırının ağır travmatik etkilerinden (garip bir şekilde) kısa sürede arınmasıyla, Langdon’un en vurucu anlarında dahi etki gücünü hissedecek mental kıvam yakalanamıyor. Felicity Jones’in baştan sona paranoyak bir haleti ruhiye ekseninde sürdürdüğü oyunculuk ise başarılı. Ben Foster’in hayat verdiği Zobrist, dünya çapındaki büyük katliamın planlayıcısı bir karakterin dehşetini temsil etmekten bir hayli uzak. Final, mekan kaynaklı klostrofobik sıkışmışlığın da etkisiyle filmin seyir zevkini kısa süreli olsa da ortalamanın üzerinde bir performansa yükseltse de iyi ve kötü, bütünün içerisinde kendilerine ayrılan alanlara yerleştiklerinde sıradan ve tekrarlarla dolu bir devam filminin de parçaları birleşmiş oluyor.