Söz Kısa Filmcilerde röportaj serisinin 87. haftasından herkese merhaba. Hızlı nüfus artışı, sanayileşme, sınırlı kaynaklara olan sınırsız talep ve insanın doğaya olan müdahalesi küresel ısınmayı her geçen gün biraz daha ileri bir seviyeye taşıyor. Bu gerçeği ise kısa metrajında distopik bir anlatımla işleyen Ebubekir Sefa Akbulut, bu haftaki röportaj konuğum olacak. Yönetmenin kısa metrajı İkilem, 2042 yılının Haziran ayında Türkiye’de dondurucu soğukların hakim olduğu bir günde, çetin koşullardan dolayı yiyecek bulamayan bir balıkçının uzun uğraşlar sonucunda gölde yakaladığı balıkla kurduğu bağı anlatıyor.
Filmin yönetmeni Ebubekir Sefa Akbulut ile gerçekleştirdiğim bu röportajda filmi, hikayesi, çekimleri, gelecek hedefleri ve merak ettiğim başka noktaları da konuşma fırsatı buldum.
Herkese keyifli ve ilham veren okumalar.
Film hakkında konuşmadan önce ilk olarak sizi tanıyalım. Kimdir Ebubekir Sefa Akbulut?
11 Ocak 2000 yılında Erzurum’da doğdum ve orda büyüdüm. Dört yaşında sinema ile tanıştım. İlk izlediğim film Harry Potter’dı ve beni çok etkilemişti. Zamanla film zevkim değişti ama bir çocuğu derinden etkileyecek kadar etkili bir dil sinema. Beni de birçok kişiyi etkilemeye ve düşündürmeye teşvik etti aslında. Lisede yazdığım hikayeleri üniversiteye geçince çekmeyi planladım. Fakat ekonomik yönden yeterli destek sağlamanın çok zor olduğunu gördüm. İlk kısa filmimi çekmem o yüzden biraz zaman aldı. Kısa film çekmeyi günümüzde daha etkili buluyorum. Uzun metrajdan daha farklı bir dili var. İmkan buldukça da yazdığım hikayeleri beyaz perdeye taşımayı hedefliyorum. Kişisel olarak da çok içime atarım dertlerimi ve bu da bir şeyler yazmaya itiyor. Sinema da içime attıklarımı aslında dışa vurma biçimim.
Filmin yazım, hazırlık, çekim ve post prodüksiyonu ne kadar sürede tamamlandı?
Senaryo yazma süreci ve çekime hazırlık sekiz ay sürdü. Yeterli desteği bulduktan sonra çekime başladık. Çekim de bir gün sürdü. Ses almak biraz zorladı bizi ve foley yapmak zorunda kaldık. Kurgu aşaması da bir ay sürdü. Ortalama 10 aylık bir süreçte tamamladık filmi.
Kısa metrajlarda distopya türüne sıklıkla rastlamıyoruz. Çevre kirliliği nedeniyle canlılığın giderek azaldığı bir dünyada 2042 yılında geçen İkilem, bu yönüyle saf bir distopya sunuyor seyircisine. Hikayenin konusu mu türü belirledi yoksa bu türde film çekmek istediğiniz mi hikaye böyle şekillendi?
Aslında bilinçli olarak bir distopya hikayesi çekme fikrim yoktu. Hikaye konusu aslında belirledi distopya türünde olmasını.
Filmin dondurucu atmosferi hiç kuşku yok ki çekimler esnasında en zorladığınız nokta oldu. Çekimleri nerede yaptınız ve özellikle hangi konularda zorlandınız?
Yani sinemanın biraz cesaret işi olduğunu düşünüyorum, senin gibi düşünen birçok insan ile bir ekip kurup ve sonucunun ne olacağını bilmeden tehlikeli işler denemek cesaret istiyor çünkü. Konya’da Beyşehir Gölü’nde çektik. Göl donmuştu ve buzun üzerinde film çekmek hiç korkutucu gelmedi ama çekimler bittikten sonra yürümeye bile cesaret edemedim tekrar. Soğuk bizi baya zorlamıştı ve atmosferde fazla kirli ses olduğu için ses almak zorlamıştı.
2042 yılının Haziran ayında Türkiye’de dondurucu soğukların hakim olduğu olduğu bir hikayeyi izliyoruz filmde. Küresel ısınmanın iklim üzerindeki etkisinin her geçen yıl etkisini daha da gösterdiği dünyamızda mevsimlerin başlangıç ve bitiş tarihlerinin de kaydığını veya uzayıp kısaldığını bizzat görebiliyoruz. İnsanoğlunun ciddi etkisinin olduğu küresel ısınmadan geri dönüş mümkün mü sizce? Son bir çıkış yolu mevcut mu?
Aslında biz bu değişimi doğaya zarar vererek hızlandırıyoruz. O yüzden daha yakın bir tarihi seçtim. Normalde bu değişim biraz daha geniş bir zamanda oluyor. Tıpkı buzul çağının oluşumu gibi. Oksijen ve karbondioksit düzeyleri azaldığı için buzul cağı başlamıştı. Biz de şu an ormanlık alanları azaltarak ve ozon tabakasına zarar vererek bu süreci hızlandırıyoruz. Dünya da kendini koruması için bu olaylara daha hızlı cevap veriyor ve iklimde değişmelere neden oluyor.
Çetin koşullardan dolayı yiyecek bulamayan bir balıkçının uzun uğraşlar sonucunda gölde yakaladığı balıkla kurduğu bağ, filme de ismini veren bir ikilemi ortaya çıkarıyor. “Açlık” ve “vicdan” arasında kalan karakterimizin mevcut ikilemi seyircinin zihninde de bir baskı unsuru yaratıyor. Mevcut durumda siz olsaydınız nasıl bir tercih yapardınız? Vicdan her zaman açlığın önüne geçebilir mi?
Aslında benim kaldığım ikilem de orası. Yaşamak istemem ama yaşarsam nasıl bir tepki veririm hayal etmişimdir hep. Yani o balığı yemem belki bir gün idare edecek. Ama onu suya bırakmam belki de onun bir süre daha yaşamasına ve çoğalmasına neden olacak. Bir canlı yaşam sürecine bir ihtimal devam edebilecek. Bu yüzden vicdanın çaresizlik anında açlığın önüne geçebileceğini düşünüyorum bir süreliğine.
Küresel ısınma deyince pek çok kişinin zihninde aşırı sıcaklar ve kuraklık geliyor. Siz ise filmde bunun tam tersi bir durum olan soğuklar üzerinde ilerliyorsunuz. Bu tercihin altında yatan özel bir sebep var mı?
Aslında soğukluk da bir kuraklık şekli. Kutuplarda ve buzul alanlarında da kuraklık şiddetli derecede yaşanıyor. Bugünlerde kışların kısa sürmesi ve az derecede yağışların olması kış ayını seçme nedenimdi. Ters ilişkide belki de insanların daha fazla çatışma yaşayacağını düşünüyorum.
Filmin başrol oyuncusu İbrahim Erdoğan’ın doğal oyunculuğu hikayenin önemli artılarından. Kendisinin önceki projeleri var mı diye küçük bir araştırma yaptım fakat bir veriye ulaşamadım. Kendisiyle yollarınız nasıl kesişti? Hikayenin tek başrolü olmasının verdiği sorumluluğu nasıl üstlendi?
İbrahim abiyle yollarımız belgesel çekimlerinde kesişti. Ben orada “Abi vakti gelince seninle bir film çekmek istiyorum” dedim. O da kabul etti. İbrahim abi de Beyşehir’de balıkçılık yapıyor ve küresel ısınmadan o da çok etkileniyor. Suların çekilmesi teknelerin hareket etmesini önlüyor ve canlılık gölde giderek azalıyor. Ayrıca kendisi de fotoğrafçılık ile uğraşıyor ve bir şeyi üretmek ve ortaya çıkarmanın ne kadar zor ve önemli olduğunun bilincinde. Bu yüzden çok fazla yardımı ve desteği oldu. Bu konuda kendisine çok teşekkür ederim.
Filmin en dikkat çeken yanlarından biri ise diyalogsuz olması. Radyodan dinlediğimiz haberler dışında hiçbir diyalog yer almıyor hikayede. Dezavantaj gibi görünün bu durumu avantaja çevirmek için senaryo ve oyunculuk başta olmak üzere nasıl bir çalışma gerçekleştirdiniz?
Aslında yalnız yaşayan bir insanın kendi ile konuşması biraz garip gelebilir ama asıl sebebi sosyal medyanın yaygınlaşması. İnsanların konuşarak değil de yazarak iletişime geçmesinden kaynaklı diyalogsuz olması. Balıkçının tek olması ve paylaşımın olmamasının sebebi bu yüzden. İbrahim abinin jest ve mimikleri ile birçok şeyi ifade edebileceğine inandığım için diyalogsuz daha iyi olacağını düşündüm.
Dünya sinemasına baktığımızda kısa filmlere uzun metraj filmler kadar değer verildiğini görüyoruz. Nitekim Safdie Kardeşler, Luca Guadagnino, Yorgos Lanthimos, David Lynch ve Pedro Almodóvar gibi usta isimler kısa filmler de üretiyorlar. Bizim sinemamızda ise kısa filmlere daha çok uzun metraj çekmeden önce bir sıçrama tahtası olarak bakılıyor fakat son yıllarda bu durum değişmekte. Sizin bu konudaki düşünceleriniz neler?
Kısa film ve uzun metraj çok ayrı benim için. Uzun metraj biraz daha hikaye odaklı ama kısa film, vermek istediğin mesaja doğrudan odaklı. Bu yüzden uzun metraja geçiş yapmak için kısa film çekmeyi tercih etmem. Günümüzde de artık sosyal medyadan dolayı kısa içeriklere daha çok yöneldik ve bir uzun metraj filmi izlemek için yeterli odaklanmayı sağlayamıyoruz gün geçtikçe. O yüzden kısa film hem maliyet olarak ve hem de izlenim olarak daha etkili geliyor.
İlerleyen süreç için üzerinde çalıştığınız başka projeler varsa ufak tüyolar alabilir miyiz?
Üzerine çalıştığım bir hikaye var. Anaerkil ve ataerkil çatışması üzerine hikaye. Yeterli desteği bulunca izleyici ile buluşturmak için çalışmalara başlayacağım. Ayrıca bu yolculukta beni yalnız bırakmayan yardımcı yönetmenim Arda Mert Kandemir’e, görüntü yönetmenim Çağatay Çakal’a emeği geçen tüm ekip arkadaşlarıma ve keyifli röportaj için FilmArası dergisi editörü Halil Şimşek’e çok teşekkür ederim.