Batı toplumlarınca yüzyıllardır köle muamelesi gören insanların özgürlük mücadelesindeki sembol isimlerin önde gelenlerinden olan Nelson Mandela’nın hayatını anlatan “Mandela: Özgürlüğe Giden Uzun Yol” (Mandela: Long Way to Freedom) adlı film, izleyicisi ile buluştu. Yönetmenliğini Justin Chadwick’İn üstlendiği yapımın başrollerinde Idris Elba, Naomie Harris ve Tony Kgoroge yer alıyor. Mandela’nın hukuk yaşamından hapishane günlerine ve siyasi mücadeleden başkanlık sürecine giden yolu anlatan filmin Hollywood kalıplarına sıkışmış bir biçimle beyazperdeye yansıtılmış olması, Mandela’nın içinden çıktığı toplumun kendi dilinin ve yerelliğinin seyirciye ulaşmasına sekte vuruyor. Ayrıca böylesine devasa bir öykünün, filmin uzun sayılabilecek süresine rağmen, doyurucu bir şekilde aktarılamadan, hızlı akış içerisindeki kopuk ilerlemeleri de büyük bir dezavantaj.
Filmin, genç Mandela’nın, ailesi ile Orlando’daki mesut günlerine duyduğu özlem ile açılması, hayatı boyunca düzenli bir aile yaşantısına hasret kalan Mandela’nın, kalabalıklar içindeki ve neredeyse tüm film boyunca süren kendi yalnızlığını işaret etmesi açısından isabetli bir tercih. Hemen akabininde, Thembu kabilesi geleneklerine göre erkekliğe adım atışı ise yine biçimsel yönden başka topraklara ait bir törenmiş izlenimi veriyor.
Beyaz adamın kontrolündeki hükümetin, film boyunca yaptığı ve sıklıkla yer alan işkenceleri ile sindirme politikalarına rağmen, ülkenin gerçek sahiplerinin merhale merhale yükselen mücadele gücünün zamanla iç savaşa dönüşebilecek bir şiddete yöneldiği anlarda Mandela’nın cesur çıkışlarının perdede oluşturduğu etki gücü yüksek diyebiliriz. Bununla birlikte hukuk yaşantısından, mücadele yıllarına dahil oluş sürecine giden yol, biraz yüzeysel betimlenmiş. Yerel halkın ise yıllardır yaşanan bunca haksızlığa rağmen, sadece otobüs biletlerindeki artış sebebi ile hak arama eylemlerine yoğun rağbet göstermeye başlaması bir hayli ilginç.
Mandela’nın zamana bağlı fiziksel değişimi ile eş zamanlı olarak, yaklaşık otuz yıllık hapishane yaşantısına dair detaylar pek tatmin edici değil. Richard Attenborough’un “Gandhi”sindeki uyumlu ilerleyen, zaman ve fiziki değişim paralelliğini göremiyoruz.
Idris Elba’nın karizmatik oyunculuğu izleyiciyi fazlasıyla etkileme potansiyeli taşısa da, salt kahraman penceresinden bakılan bir Mandela (dostlarının deyimiyle “Madiba”) yok karşımızda. Biyografik filmlerde (özellikle yerli yapımlarımızda) sıklıkla düşülebilen, başrolün “mutlak doğru” olarak temsil edilişi hatasına düşülmemiş.
Mandela’nın uzun süre izlediği anti-şiddet politikasının, beyaz adamın sert önlemlerini sürdürmesi sebebiyle şiddet içerikli eylemlere dönüştüğü o geçiş süreci, ne yazık ki yine detaylı bir anlatımla aktarılamamış. Özgür kaldıktan sonra geri döndüğü anti-şiddet politikasını izleme kararı ise iç savaş ortamının resmedildiği sahnelerin de etkisi ile izleyici açısından tatmin edici bir geçişi betimlemekte. Üstelik bu uğurda eşi Winnie ile ayrılmış olması, filmin açılışındaki o mutlu aile geçmişine özlem vurgusunu diri tutmakta.
Beyaz veya siyah tahakküme karşı çıkarak, serbest seçimlerle iktidarın belirlenmesi yönünde tavır alan Mandela’nın, “oy ver” çağrısı ile demokratik yollarla başkan olduğu süreç, şiddet eylemlerinin kapandığı an olarak kayda geçiyor ve film, Mandela’nın ve ülkenin asli sahiplerinin zaferi ile nihayete eriyor. Kapanış jeneriği ile birlikte Mandela resimlerinden oluşan seçkiye, U-2’nun Mandela onuruna seslendirdiği “Ordinary Love” şarkısı ile eşlik edişi gayet hoş bir tercih olmuş.
Böyle bir hayat elbette iki buçuk saatlik bir filmle anlatılamaz. Üstelik konunun evveliyatını bilen izleyici için tatmin edicilik düzeyi bir hayli düşük kalır. Yine de Mandela ile belki de ilk kez tanışacak kitle için yeterli bir başlangıç olabilir.