Ailesi tarafından zorla evlendirilmek istenen Hicran’ın herkesten ve her şeyden kaçışına odaklanan Hayat, odak noktasındaki hikayeye tutturduğu çok farklı insan profilleri ile beraber birbirinden bağımsız pek çok karakteri bir ahenk içerisinde sunuyor izleyiciye. Dostoyevski’nin sıkı bir takipçisi olan Zeki Demirkubuz’un filmleri, çok çeşitli ve bilinmezliklerle dolu insan tipleri ile örülü olmuştur. Bir önceki filmi Kor ile izleyicisinin beklentilerini tam olarak tatmin edemeyen yönetmen, süre olarak uzun, hikaye olarak zengin, son derece sürükleyici ve izleyicisini perdede yaşananlara odaklama kabiliyeti yüksek bir yapım ile çıkıyor sinemaseverlerin karşısına. Yönetmenin uzun sessizlik sürecinde öyküsünü demlendirmek için gösterdiği çaba, öyküdeki inceliklerin varlığı ile aleni olarak görülmekte.
Hicran’ın eski nişanlısı Rıza, Hicran’ın kaçıp gitmesini bir takıntı haline getirir. Normal koşullarda hayatına devam edebilecek şartlarda iken ansızın içine atıldığı koşullarda yaşadığı olaylar, Rıza’nın ruhunda yatan ve sonrasında açığa çıkacak olan hislerin bir dışavurumu olarak yansıyor. Zamanla keşfettiği hislerinin peşinden koşan Rıza, yaşadığı çetrefilli olayların aksine her adımında gerçeğe bir adım daha yaklaşıyor ve her bir insanın ortak temennisi olan mutluluğa ulaşma arzusunun önünde sınır tanımaz bir karakter koyuyor ortaya. Hicran ile Rıza’nın ortak yazgısı, aynı metaforlar ve benzer kayboluşlarla temsil ediliyor film boyunca. Taşranın tasvirinde ailenin belirleyiciliği ve bazen de kaçınılmazlığı film boyunca hissedilen bir durum. Hicran da, içinde bulunduğu emrivaki ortamın tetiklemesiyle mutluluğu uzaklarda arıyor. Bununla birlikte, uzakların cezbediciliğine karşı yakınların gözden kayboluşunu nihai sonuç olarak sunmuyor film ve bakma ile görme arasındaki o kadim farklılığı gözler önüne seriyor.
Filmin ilk yarısında Rıza ile ilerleyen öykü, ikinci yarıda Orhan karakteri ile başka sularda yüzmeye başlıyor. Rıza kadar tutkulu olmayan Orhan, kuruntuları ile beraber Hicran’ın arayış hikayesine farklı bir soluk getiriyor. Hicran’ın isyan eden ruhuna iyi gelecek şifayı bulma macerası karamsar bir finalle ya da çiçek bahçesi açan bir iyimserlikle sona ermiyor. Filmin finali gri alanda seyreden herkes gibi bir yaşam akışı ile kucaklaşıyor. Yönetmenin diğer filmleri ile kıyaslandığında yaşama dair daha ümitvar bir yaklaşım dikkat çekiyor ve bu da, yönetmenin aşina olunan sinemasal dilinin yanına hayata dair beklentilerin de daha kabullenici bir sürece evrilişinin etkili olduğunu gösteriyor.
Filmin başrol oyuncusu Miray Daner’in bazen haykırışlar ile bazen de sessiz çığlıklar ile beliren ama baştan sona isyanı temsil eden performansı dikkatleri üzerine çekiyor. Rıza karakterini oynayan Burak Dakak’ın tutku ve bilinmezliklerle örülü bir ruh haline hayat verişinin yanında Cem Davran’ın vehimli bir karakteri ustalıkla yansıtması, filme oyunculuk bakımından ciddi bir güç kazandırıyor. Hicran’ın babası Mehmet’i canlandıran Umut Kurt’un nezdinde insana dair kinci yaklaşım epey sert bir şekilde yansıtılırken her ne kadar hazin bir karaktere can verse de Doğu Demirkol’un kısa süreli varlığı filme apayrı bir mizah katıyor. Bir Zeki Demirkubuz filmi olarak müzik kullanımına karşı takınılan mesafe aynen muhafaza edilirken görüntü yönetimindeki ustalıklı dokunuş kendini belli etmekte. Yönetmenin izleyicisi nazarındaki o underground tarzı özenle muhafazası da memnun edici bir karakteristik duruş olarak varlığını devam ettirmekte.
Merkeze aldığı insan öyküsüne sadakat gösteren ve bu haliyle de Zeki Demirkubuz’un önceki filmleri gibi özünde tek bir insan odaklanan Hayat, zengin öykü çeşitliliğini tek bir öyküye eklemleme konusunda ustalıklı bir yapım ve Yeraltı kadar sarsıcı olmasa dahi insana ve koşullara dair ayakları yere sağlam basan etkileyici bir yapım. Bulantı ve Kor sonrasında insanın kaotik varlığına yansıttığı ışık göz alıcı ve seyre değer.