“Misyoner oyuncu tipine tahammülü yok seyircinin” diyor Cengiz Bozkurt. 21 yıl süren sahne oyunculuğunun ardından son 10 yılını dizi ve televizyona vakfeden Bozkurt, Türkiye-İngiltere arasında gide gele şekillenen kariyerini, peşi sıra gelen reklamını ve oyunculuk müessesinin kimi ikircikli yanlarını MediaCat’e anlattı.
İşte Haluk Kasarcı’nın sorularını yanıtlayan Bozkurt’un verdiği röportajdan bir bölüm:
Türkiye’ye dönüp Inishmorelu Yüzbaşı’yla sahneye çıktınız. Oyunun özel bir yeri var mı sizde ve dahası neden döndünüz İngiltere’den?
Babamın rahatsızlığıydı sebep. Pankreas kanserine yakalanmıştı. Pılıyı pırtıyı arabaya doldurup 14-15 senedir yaşadığım İngiltere’den atlayıp geldim, HSBC saldırısının yaşandığı gündü. Babamın sağlığı için uğraşıyordum Antalya’da. İngiltere’deyken Mehmet Ergen’in önderliğinde Arcola Tiyatrosu’nu kuran beş kişiden biriydim ki Mehmet aynı zamanda genel sanat yönetmenidir Arcola’nın. Çok emek verip bir tekstil fabrikasını tiyatroya dönüştürdük ve üç yıl içinde Londra’nın en çok konuşulan tiyatrolarından biri oldu Arcola. Hal böyle olunca Mehmet’i önce İzmit Şehir Tiyatrosu sonra Kenter Tiyatrosu “Gel, oyun çevir-yönet” diyerek Türkiye’ye getirdi. İkimiz böylece Türkiye’de buluşmuş olduk. Mehmet beni resmen zorla Kenter Tiyatrosu’nda sahnelenecek olan, kendi çevirdiği Inishmorelu Yüzbaşı’ya soktu. O sırada kadroda Engin Hepileri, Okan Yalabık, Bartu Küçükçağlayan, Köksal Engür, Mehmet Birkiye, Yeşim Koçak, Bülent Şakrak… Müthişti.
Mehmet, benim Türkiye’de oyunculuk piyasasına girmemin iyi olacağını, boş durmamam gerektiğini söylüyordu. Aslında babamın hastalığından dolayı benim kafamın bozuk olduğunu düşünüyordu ve bana biraz kıyak yapmak, yaşananları unutturmak, beni yeniden oyunculuğa ısındırmak için yaptı. Gelmişken oynayalım diye Kenter’e girdim. Giriş o giriş.
Zamanla ödüllere aday gösterildim falan filan derken, iki senarist, Mahinur Ergun ve Ayhan Sonyürek geldi “Yaptığımız tüm işlerde seni önereceğiz sen çok iyi oyuncusun” falan dediler sağ olsunlar. Dizi ve sinema dünyasının dikkatini çekince de, 21 yıl yaptığım sahne oyunculuğunun ardından geçtiğimiz 10 yıldır devam eden dizi, sinema ve son dönemdeki reklam oyunculuğu başlamış oldu.
ODTÜ Fizik’ten Goldsmiths’te medya bölümüne geçtiniz ve ardından bahsettiğiniz uzun oyunculuk kariyeri başladı. Nasıl aldınız bu keskin virajı?
ODTÜ’ye “fizikçi” olacağımı düşünerek, buna inanarak, akademisyen olacağımı söyleyerek girdim. Ta ki ODTÜ Oyuncuları’yla sahneye çıkana kadar. Sahne tozu denir ya, varmış o. Kafa yapıyor. Ondan alınca, ayağımız kaydı bir kere. Fizik mizik her şeyi unuttum ben. 90 yılında İngiltere’ye gittim, 93’te de Türkiye’de pek bilinmeyen, İngiltere’deyse hayli prestiji olan Güzel Sanatlar Fakültesi Goldsmiths’e girdim. Çok güzel geçen üç yılın ardından da mezun oldum. Sonrası Mehmet Ergen’le Arcola ve az önce anlattığım gibi.
Kevin Spacey 2003’te tası tarağı toplayıp Old Vic’i yönetmek için İngiltere’ye geldi. “Taşınmamış olsam Frank Underwood’u oynayamazdım” diyor. Neden bu kadar özel İngiltere?
İngiltere’de üç tür sanat lobisi vardır: gey, Yahudi ve Oxbridge (Oxford ve Cambridge mezunlarından oluşanlar) lobileri. Bunlardan birine hele ki birden fazlasına falan sahipseniz sizi kimse tutamaz. Alttan alta birbirlerini tutan yapılardır bunlar. Londra’daki tiyatro dünyasının zenginliği Hollywood’a da yansıdı tabii. Kevin Spacey’yi çeken şey belki de sinema endüstrisinin içinde bulunduğu sıkıcılıktan uzaklaşıp tiyatroyla yaşayan şehrin içinde bir nefes almak, kendini ifade edebilmek, sahneye çıkmak, yaratıcılığı paylaşmaktı.
Londra’nın dayanılmaz cazibesi, kültür-sanat başkenti olmasında, bitmeyen tiyatro sezonlarında yatar. Buraya geldiğimde çok şaşırmıştım. “Ara verince n’oluyor?” dedim, “İşte yatıyoruz, tatile Kaş’a Bodrum’a gidiyoruz” dediler. İngiltere’de sezon diye bir şey yok. 12 ay sezon.
Bir yere öyle gelişine “Kültür başkenti” demekle olmuyor yani…
Aynen öyle. Birtakım sıfatları ancak hak ettiğiniz için alabilirsiniz. Londra da bu sıfatı dünya üzerinde en çok hak eden yerlerden biri. New York’la kafa kafaya gider diyebilirim.
21 sene sahne oyunculuğu, prestijli bir güzel sanatlar fakültesinde eğitim demişken; alaylı-okullu ikiliği geçerliliğini koruyor mu?
Alaylıların pir-i şahı diyebileceğimiz bir isim bu sorunun cevabını veriyor aslında. Çağlar Çorumlu’nun tiyatro veya oyunculuk eğitimi yoktur. İyi oyuncuların alaylı mı okullu mu derdi olmaz biliyor musunuz? Bunlar genelde kendini sektörde konumlandıramamış, ifade edememiş, yaptığı tercihler yüzünden bürokrasiye sıkışmış, kendisine oyun asıldığı için hiçbir zaman istediği oyunlarda oynayamamış bazı oyuncuların endişeli tezahürüdür. “Ben yıllarımı şuna verdim. O kim ki?” O kim ki, falan yok işte.
32 yıllık falan oyuncuyum ama sizden çok daha yeni, belki eğitimsiz biri tepeden gelir sizden daha çok iş alır, daha çok kazanır, farklı bir hayran kitlesi vardır… “Ben 32 senemi verdim” falan diyemezsiniz. Bunu yapmaya başladığınız anda kendi kuyunuzu kazarsınız. Misyoner oyuncu tipine tahammülü yok zaten seyircinin. Seyirci ne kadar süründüğüne, kaç yılını bu işe verdiğine bakmaz ki. Hatice’ye değil neticeye bakar. Farklı kulvarlardan gelen birçok alaylı oyuncuyla çalıştım, yıllarını veren nice oyuncuya 10 basar. Kendilerini çok iyi yetiştirmiş insanlar. Kıvanç Tatlıtuğ, Kenan İmirzalıoğlu, Cansu Dere… Bunlar şimdi ilk anda aklıma gelenler.
Şimbilli’yi özlüyor musunuz?
Özlemez olur muyuz… Gerçi, seyirci pek fırsat vermiyor. Sosyal medyadan bir şey söylüyorum, hemen “Konuşmaaa, bakkalsın sen. Şimbilli. Suuuus” diyorlar. Sağ olsun sürekli haddimi bildiren fanatik bir Leyla ile Mecnun seyiricisi var, onlar Şimbilli’yi her an hatırlatıyor. Geçenlerde İzmir’e gittim Tiyatro Festivali için. “Buca’da Şimbilli Erdal Bakkal diye bakkal açıldı” dediler, ben de gittim. Vallahi üniversitenin karşısında böyle bir yer var. Unutmak mümkün değil Erdal Bakkal’ı.
Türk Telekom’un reklam kampanyasında halinden pek mustarip, hasis ve kinci bir karakteri canlandırıyorsunuz. Dizi ve sinema projelerinde de buna benzer rollerdeydiniz. Nasıl buluştunuz markayla?
Reklam benim gördüğüm kadarıyla ürünü tamamen olumlama veya negatif taraftan yaklaşarak olumlama şeklinde iki türlü yapılıyor. İkinci tarz, benim oyunculuğuma daha denk düşüyor. Bu da başarısız bir adam modeli yaratıp başarılı üründen intikam alma, onunla rekabete girme, yarışma şeklinde tezahür ediyor.
Türk Telekom da bu oyunculuk tarzında benim daha yetkin olduğumu düşündüğü ve seyirciyle doğrudan iletişim kurabildiğime inandığı için bir negatifleme kampanyasıyla geldi. Reklamda benim karakterim Türk Telekom’a rakip Megamor diye bir şirket kurup, o Ronaldo’yla bir şey yapıyorsa biz de Adanalı Ronaldo’yla yaparız, “Bizimkisi daha iyi olacak” diyerek bir rekabete giriyor. Her zaman söylediğim gibi ben büyük hayalleri olan küçük adamları oynamayı seviyorum. Seyircinin kolayca “Aa, benim de böyle bir tanıdığım var” diyebileceği, kolayca kendini yakın hissedebileceği karakterleri canlandırıyorum.