Söz Kısa Filmcilerde röportaj serisinin 46. haftasından herkese merhaba. Bu haftaki konuk edeceğim isim, özellikle son çektiği kısa filmlerle birçok festivalde karşımıza çıkan Gece Kuşağı filminin yönetmen ve senaristi Yasemin Demirci olacak. Oyuncu kadrosunda Cihat Süvarioğlu, Başak Kara, Erkan Uyanıksoy ve Nezaket Erden’in yer aldığı Gece Kuşağı, İstanbul sokaklarında bir Cumartesi gecesi, fırtına müziğin sesini bastırırken içkiyi fazla kaçıran Özge ve Tarık’ın eve dönmek için bindikleri takside yaşadıklarına odaklanıyor.
Gece Kuşağı ile seyircisini diken üstünde oturtan ve gerilim unsurunu karanlık ve fırtınalı bir İstanbul gecesiyle birleştiren Yasemin Demirci ile gerçekleştirdiğim bu röportajda filmi, hikayesi, çekimleri, gelecek hedefleri ve merak ettiğim başka noktaları da konuşma fırsatı buldum.
Herkese keyifli ve ilham veren okumalar.
***NOT: Film şu an için BluTV kataloğunda yer alıyor. Dilerseniz röportajı okumadan önce filmi buradan izleyebilirsiniz.***
Film hakkında konuşmadan önce ilk olarak sizi tanıyalım. Kimdir Yasemin Demirci?
1992 yılında İstanbul’da doğdum. Üniversitede tiyatro bölümüne girdim fakat zaman ilerledikçe oyuncu olmak istemediğimi fark ettim. Başta bu farkındalık benim için karanlık bir dönemdi, çok uzun süre oyuncu olmak istediğimi zannediyordum ve bir anda boşluğa düştüm. Sonra kendimi biraz daha yakından tanıdım ve kamera önünden çok kamera arkasının beni heyecanlandırdığını fark ettim. Aslında elimde doğru adres varmış ama yanlış sokağa sapmışım. Sonraki süreç kolayca akıp gitti. Önce 2013 yılında Prague Film School’da, sonra 2017 yılında Kingston University of London’da sinema eğitimi aldım. Bu süreçte çeşitli kısa filmler çektim. 2019 yılında da Türkiye’ye geri döndüm.
Bir süre önce diğer kısa metrajınız İklim Değişimi üzerine konuşmuştuk. Onun festival macerası devam ederken sürece Antalya Altın Portakal Film Festivali’nde prömiyerini gerçekleştiren Gece Kuşağı da eklendi. Özellikle son iki kısa metrajınız peş peşe geldi. Bu üretkenliğinizi neye borçlusunuz?
Aslında iki filmin de uzun bir yolculuğu oldu. İklim Değişimi uzun bir süreçten sonra post prodüksiyona girdiği sıralarda ben yavaş yavaş Gece Kuşağı’nı yazmaya başladım. Tabii İklim Değişimi de şu an festivallerde ikinci senesinde, yurtiçi ve yurtdışı 18 festival gezdi, şu an devam da ediyor ama benim için artık yeni bir proje olmaktan çıktı. Fakat şunu da söyleyebilirim, şu ana kadar projelerimi yazım sürecinden sonra çok akıcı bir şekilde hayata geçirebildik. Bize okulumuzda hep bu öğretilmişti. Sorun yaratma, çözüm üret. Cebimde hep alternatif planlarla yola çıktım. Bu da belki üretkenliğe iyi bir zemin hazırlıyor.
Film, bir Cumartesi akşamında içkiyi fazla kaçıran Özge ve Tarık’ın evlerine dönme sırasında yaşadıklarını anlatıyor. Filmin çıkış hikayesi nasıl gerçekleşti?
Tam bir çıkış hikayesi demesek de filmin çıkış duygusu bir kadın olarak kentte yaşadığım korkulardan çıktı. Bu korkularla baş edemedikçe hem kadın hem erkek olarak bu gerilimi, birlikte yaşamanın getirdiği tedirginliği birbirimize bulaştırdığımızı ve kadın erkek fark etmeden birbirimizi bir çıkmaza soktuğumuzu fark ettim. Hepimiz etkileniyoruz, etkilendikçe bütün bu kötü duygular birbirimize geçiyor ve bu bir kısır döngüye dönüşüyor. Korkuların kısır döngüsü.
Filminiz yağmurlu, fırtınalı ve soğuk bir İstanbul akşamında başlayıp bitiyor. Filmin çekimlerini tek gecede mi gerçekleştirdiniz? Hava koşulları çekimler esnasında ne gibi zorluklar yaşattı?
Filmin hem mekanları hem süresi tek gecelik bir çekime elverişli değildi. Hele İstanbul’un göbeğinde bunun imkansız olduğunu söyleyebilirim. Daha ilk günümüzde İstanbul trafiği nedeniyle 4 saat kaybettik. Asla gün doğumunu görmediğimiz bu film için zaten çok kısıtlı bir çekim süremiz vardı. Üstüne zorlu hava koşulları, yağmur, rüzgar ve tüm ekibi etkisi altına alan soğukla mücadele ediyorduk. Ekipmanları koruma altına almak bile oldukça zaman alıcı bir eylem haline gelmişti. Yeri gelmişken buradan tüm ekibime ve bize destek verenlere tekrar teşekkür etmek isterim. Bütün bu zorluklara rağmen iki gece boyunca bizimle oldular, inanılmaz bir emek verdiler.
Filminiz sırtını bir durum yerine olaya yaslıyor. Bu da hikayenin seyirciye daha dinamik bir biçimde geçmesini sağlıyor. Diyaloglardan, oyuncu performansına, mekan kullanımından kurgu tercihine dek bu dinamik yapıyı diri tutmayı nasıl başardınız?
Hikayenin seyirciye daha dinamik bir şekilde geçmesinin en önemli sebeplerinden birinin hikayenin yaslandığı olayın bizi tanıdık birçok duruma taşıması olduğunu düşünüyorum. Sinemasal tercihlerimin hepsi oluşan bu dinamizmi korumak adınaydı. Oyuncularım Cihat, Başak ve Erkan’la çalışırken de en dikkat ettiğimiz şeylerden biri tempoyu ve karakterlerin arasındaki gerilimi her an diri tutmak üzerineydi. Kameramızı bir kış gecesi İstanbul sokaklarına çevirdiğimiz zaman inkar edilemez bir dinamizm görebiliriz. Şehir her anını canlı canlı yaşıyor, bizim için bu şehrin dilini hissettirebilmekti önemli olan ve bu da atmosferimizi kurmamıza çok yardımcı oldu.
Filmin büyük bir bölümünün takside geçmesi de çekim açılarında sınırlayıcı faktörlerden biri olmuştur hiç kuşku yok. Oldukça dar bir alanda çalışma deneyiminizden de bahsedebilir misiniz?
Dar alan benim için hikayemi vurgulayan bir etken ve karakterlerimi daha da baskı altına alan bir tercihti. Ben sıkışma hissini görsel ve mekansal olarak da beslemek istedim. Görsel anlamda tabii biraz sınırlanmış olduk ama hedeflediğimiz hemen hemen her açıya ulaştık. Çekim öncesi süreçte hikayenin görsel anlatısını kurarken hayal ettiğimiz dili oluşturma şansımızı daha az görüyorduk açıkçası, beklediğimizden daha fazlasına ulaştık. Tabii ben çekim esnasında monitör başındaydım, kamera ekibim belki setteki fiziki zorlukları benden daha çok yaşamış olabilirler.
Filmin hikayesi kadın-erkek ilişkilerindeki o kırılgan yapıyı en doğal haliyle seyircisine yansıtıyor. Burada oyuncuların başarısı da yadsınamaz. Oyuncularınızla prova ve çekim süreci nasıl ilerledi? Özellikle kavga sahnelerinde doğaçlama yapmalarına izin verdiniz mi?
Cihat, Başak ve Erkan’la çekimlerden çok önce provalara başlamıştık. Tüm oyuncularımla ayrı ayrı karakteriyle ilgili çok konuştuk, tartıştık. Her birinin karakterlerine ufak eklemeleri oldu. Bu da rolleri daha canlı hale getirdi. Hepsi hikayeye ve rejiye çok hakim olmuşlardı biz sete geçene kadar. Çok kısıtlı bir zamanımız olduğu için hem teknik detayları hem oyuncuları yönlendirmesi zor bir setti ama oyuncularımla çok sıkı hazırlandığımız için onlara oldukça az müdahale ettiğim anlar oldu. Kavga sahnelerinde yer yer doğaçlama yapmaları için çekimi kesmediğimiz oldu. Fakat bazen o anın ateşiyle gerilimin dozu beklediğimizden fazla artıyordu, o yüzden en sonunda doğaçlamaları olabildiğince kısalttık.
Ülkemizde kadınların sözlü veya fiziksel tacize uğramasının bir yansımasını filmin ikinci yarısında diken üstünde izliyoruz ve bu da gerilim dozunu artırıyor. Toplumsal hassasiyetler üzerine hikaye kurgulamanın üzerinizde yarattığı baskılar oldu mu?
Tabii oldu, özellikle hikayeyi olabildiğince tarafsız durmaya çalışarak, toplumsal cinsiyet rollerine de eleştirel bakma çabasıyla anlatmak istemem ve cinsiyetlerden çok toplum içinde yaşadığımız gerilimin ve tedirginliğin ortak anlarını mercek altına almayı tercih etmem de tartışmaya açık bir alan bıraktı. Fakat ben başından beri böyle bir iş ortaya koymak istiyordum. Üzerine iyi, kötü yorumları getirilecek değil, uzun tartışmalara ön ayak olabilecek bir iş olsun istemiştim. Şu ana kadar da gözlemlediğimiz üzere, film tam da bu isteğimizi gerçekleştiriyor.
Kadın-erkek ilişkilerinde yanlış iletişimin nelere yol açabileceği filmin ilk yarısında en hararetli haliyle görülmekte. Özel yaşamımızdaki bu “iletişimsizlik” sorununu nasıl çözebiliriz sizce?
Sanırım iletişimsizliğin en büyük etkenlerinden biri hepimizin söyleyecek çok şeyi olması, ruhumuzun dolup taşıyor olması ama dinlemeye tahammülümüzün azalmış olması. Belki bu soruna tam bir çözüm olmasa da başta iletişimin tek taraflı olmadığını kavramamız gerekiyor. Bu iyi bir adım olabilir.
Dünya sinemasına baktığımızda kısa filmlere uzun metraj filmler kadar değer verildiğini görüyoruz. Nitekim Safdie Kardeşler, Luca Guadagnino, Yorgos Lanthimos, David Lynch ve Pedro Almodóvar gibi usta isimler kısa filmler de üretiyorlar. Bizim sinemamızda ise kısa filmlere daha çok uzun metraj çekmeden önce bir sıçrama tahtası olarak bakılıyor fakat son yıllarda bu durum değişmekte. Sizin bu konudaki düşünceleriniz neler?
Bizim sinemamızda demek çok doğru değil, kısa film belki bazı yerlerde biraz daha ilgi görüyor olabilir ama genel olarak bu düşünce hep var. Ben filmin kısası uzunu olduğuna pek inanmıyorum. Bahsi geçen yönetmenler artık rüştünü ispat etmiş yönetmenler oldukları için hangi hikayeyi anlatmak isterlerse ve onlara o hikaye için ne kadar süre gerekirse rahatlıkla seçim yapabiliyorlar. Fakat çok iyi kısa filmlerini izlediğim, uzun metrajı olmayan bazı sinemacıların adını sektörde çoğu insanın bilmediğini tahmin ediyorum. Sektörde ve festivallerde daha fazla alan açılmadıkça kısa filmlere bu bakış açısının değişeceğini çok sanmıyorum. Mesela Solitudes adlı bir kısa film izlemiştim 2012 yılında, yönetmeni Liova Jedlicki. Hala dakika dakika aklımda, izlediğim çoğu uzun metraj filmden daha çok etkiledi beni. Çoğu insanın bu filmi izlememiş ve izlemeyecek olması oldukça üzücü.
Bir önceki röportajımızda ilk uzun metrajınızın senaryosunu yazmaya başladığınızı söylemiştiniz. Süreç nasıl ilerliyor?
Önceki sorularda da söylediğim gibi benim için en uzun zaman alan süreç yazım süreci oluyor. Daha senaryonun üzerine çalışmaya devam ediyorum ve bir süre de devam edeceğim gibi gözüküyor. Yazdığım her cümlenin içime sinmesi için uğraşıyorum. Senaryo tamamlandıktan sonra umarım önceki projelerimde olduğu gibi biraz daha hızlanırız.