İstanbul Film Festivali İzlenimleri – Aç Kalpler

Aç Kalpler kesinlikle festivalin en büyük sürprizlerinden biri. Aniden başlayan şirin bir aşk öyküsünün değme gerilim filmlerine taş çıkartacak bir dönüşüme uğraması, özenli de bir sinema diliyle gerçekleştiği için etkileyici bir seviyeye ulaşabiliyor.

Jude ve Mina karakterleri aynı tuvalette mahsur kalarak tanışırlar. Yönetmenin tek kişilik tuvalet gibi dar bir alana iki kişiyi hapsederek tercih ettiği uzun, dar perspektifli tek plan çekim; bir yandan sıkışmışlık hissi verirken, karakterler arası diyalogların gitgide neşeli bir düzeye doğru ilerlemesiyle seyircide de karmaşık, belki alttan alta rahatsız edici duygular da uyandırabiliyor. Bu dar alana sıkışmışlık hissiyatı filmin ilerleyen bölümleri düşünüldüğünde bir nevi ön izleme veya hazırlık aşaması gibi duruyor; keza film çok yoğun karşıtlıklar üzerine kurulurken, bu karşıtlıkların en öne çıkanı mekânsal olarak iç ve dış dünya arasında kurulan oluyor.
Yönetmen çok kısa ve özet bilgilerle karakterlerini seyirciye tanıtmaya, hem de karakterlerin birbirini tanımasını sağlamaya çalışıyor. Hemen ardından gelen sahneyle karakterlerin bir ilişkiye başladıkları görülüyor. Ve yönetmen neredeyse her bir geçişte farklı bir aşamaya uğrayarak hızlı bir biçimde hamilelik-evlilik ve çocuk sahibi olma sürecini geliştiriyor. Zaten filmin manidar adının da hikâyeyle ne kadar uyumlu olduğunu görürken, çocuk sahibi olma ve sonraki süreç filmin de mesele ettiği konu oluyor.

Aç Kalpler filmini senaryosu bağlamında değerlendirdiğimizde seyircinin kafasında soru işaretleri uyandıran hatta yer yer askıda bırakan birçok nokta olduğunu söyleyebiliriz. Yönetmenin hikâye anlatımı ve karakter yapılandırmasındaki kimi tercihlerinin filmin elini güçlendirip güçlendirmediği sorusuna çoğu zaman tek bir cevap bulmak imkânsızlaşıyor. Bu ucu açık ve göreceli durumun filme nasıl bir katkısı olduğu ise kanımca asıl tartışılması gereken husus olmakta.

Kısacık tanışma anında aralarında doğallık ve samimiyet üzerinden bir ortaklık kurulan çiftin o mekândan çıkarak dış dünyaya karıştıklarında yani flörtten ilişki durumuna geçtiklerinde aralarındaki uyumun nereye evrileceği önemli bir detay. Yönetmen, tercihini günden güne eriyen, birbiriyle uyum sorunları yaşayan ve son aşamada tehlikeli boyutlara varan bir süreçten yana yapıyor. Senaryonun başlangıçta belki seyirciyi kolayca kavrayan ama fazlasıyla zayıf çizilen ilişki temellendirmesi iki şekilde yorumlanabilir: Çok mutlu başlayan bir ilişki giderek bir kaosa dönüşür (başlangıç çok zayıf olduğundan ilerleyen sürecin etki gücünü ve gerçekçiliğini negatif olarak etkiliyor) veya birbirini tam olarak tanımadan kurulan ilişkiler kolaylıkla kaosa dönüşebilir (film ilerleyen süreçte yapılan tercihlerle bu olasılığa çok pay bırakmıyor).

Aynı şekilde karakter çizimlerinde de benzer bir soruyla karşı karşıya kalabiliyoruz. Hikâye bebeğini anormal derecede sahiplenen, onu dış dünyadan hatta babasından bile koruma düzeyine gelmiş bir anneyi öne çıkardığı için, Mina daha güçlü bir şekilde yapılandırılmış. Her ne kadar daha geri planda kalıyor gibi gözükse de Jude karakteri hem oyunculuk bakımından hem de kimi senaryo tercihlerinden dolayı yeterince güçlü bir portre olamıyor. Ve karşımızda yine farklı olasılıklar beliriyor: Jude’un ‘bilinçli pasifliği’ Mina’yı daha öne çıkarmak ve tehlikesinin sınırlarını genişletmek adına yapılmış bir tercih olarak yorumlanabilir. Mina’nın aşırı korumacı tavrı sonucu kendisi ve çocuğuna evin sınırları dahilinde yalıtılmış bir dünya kurması ve aldığı kimi kabul edilemez kararlar (7 ay boyunca bebeğini doktora göstermemek gibi) karşısında Jude’un bir türlü denkleme dahil olamamasını Mina’nın inatçı kararlılığı mı yoksa Jude’un pasif ve irrasyonel tutumu açısından mı değerlendirmek gerek, bence hikayenin gelişimi açısından önemli bir ayrıntı. Hele ki mühendislik gibi rasyonel bir metodolojiyi sahiplenen bir mesleği icra eden bir karakterin olayın neden bu kadar dışında kaldığı meselesinin altını gerçekçi bir biçimde doldurulamadığı kanaatindeyim. Bebek büyütme süreci bu denli çağın gerekleri dışında gelişirken ve Mina süreci aktif biçimde yönetirken, Jude’un bu pasif, kararlarda etken olamayan hali ‘baba’lığın sınırları ve ‘baba’nın sorumluluk alamayan tavrının eleştirisi gibi iki kritik soru için çok da açık olmayan kapı bırakıyor denilebilir. Bu sorulara tam bir cevap verilememesi hikayenin baba tarafının biraz geri planda kalmasıyla veya babanın bütünlüklü olarak yapılandırılmamasıyla ilişkilendirilebilir.
filmarasi-hungry-hearts
Hikâyenin saymaya çalıştığım bol olasılıklı ve soru işaretli detaylarını bir kenara bırakıp yönetmenin de filmin zirvesi olarak gördüğü “Mina vs. dış dünya” sürecine baktığımızda karşımızda hayli etkileyici ve birçok disiplinle bağ kurmamıza olanak sağlayacak, zengin okumalara kapı açan bir tablo buluyoruz. Rahatlıkla sinema tarihinin en unutulmaz anne karakterlerinden birine dönüşen Mina’nın bebeğine karşı geliştirdiği saplantı karakterin kimi özellikleriyle ilişkilendiriliyor. Mina’nın annesiz oluşu ve babasıyla kopan iletişimi ailesel bir faktörken, karakterin başından beri çizilen kırılgan, iletişim sorunları yaşayan, bazen kendi dünyasına çekilen halleri yanında ülkesinden (bir bakıma ailesinden, köklerinden) ayrı yabancı bir yerde hayata tutunma çabası bebeğiyle kurduğu ilişkinin nedensellik zeminini güçlendiriyor. Köklerinden ayrı düşmüş birey, bebeğini yani kökünü bir daha kaybetmemek için aşırı şekilde sahipleniyor. Henüz anne karnında başlayan kayıp korkusu tüm yabancı etkenleri hayatından (evinin sınırlarından) uzaklaştırarak kendine güvenli bir alan yaratmayı hedefliyor. Çağın ve teknolojinin nimetlerinden/gerekliliklerinden/zorlamalarından(!) koparak doğal bir yetiştirme yöntemini benimsiyor. Seyirciye başlangıçta günümüzde popülerleşmeye başlayan ‘organik çocuk yetiştirme’ kültürünün yeni bir örneği gibi gelen tutum gitgide histerik bir noktaya doğru kaymaya başlıyor.

İlişkinin gerilimin gitgide arttığı histerik bir atmosfere girmesinde yönetmenin biçimsel tercihlerinin kimi seyircilere amatör ve yadırgatıcı gelme olasılığına karşın çok işlevsel olduğu tespiti yapılabilir. Zaten çoğunlukla iç mekânda geçen hikâye, mekânın dar ve seyirciye devamlı olarak sıkışmışlık hissiyatı vermesinden dolayı istediği etkiye kolaylıkla ulaşabiliyor. Seyirci olarak sadece bebeğin değil kameranın da bu boğucu ve karanlık atmosferden dış dünyaya çıkması arzu ediliyor bir süre sonra. Yönetmenin sıkça başvurduğu geniş ölçekli hatta yer yer balıkgözüne kayan lens tercihi alan derinliğini azaltarak karakterlerin ifadelerine yoğunlaşmamızı istiyor. Kimi anlarında perdedeki abartılı grotesk ifadeler huzursuz eden bir absürtlüğe sahip olduğu gibi seyirciyi gergin tutmayı da başarabiliyor. Ayrıca sallantılı kamera tercihi konu iç mekan olunca rahatsızlık seviyesini bir kat daha arttırabiliyor. Ayrıca filmin biçimsel başarısında oyuncuların fiziki görüntülerinin de önemli bir destek unsuru olduğu söylenebilir. Adam Driver ve Alba Rohrwacher’ın kabul edilen güzellik kriterlerinin dışındaki fiziki yapıları ve özellikle yüz ifadeleri kamera oyunları için de güzel malzemeler sunabilme potansiyeline sahip. Alba Rohrwacher’ın can verdiği Mina karakterine adanmış performansında dış görüntüsünün sağladığı katkı da yadsınamaz.

Yönetmenin tüm bu gidişat içerisinde kendini nerede konumlandırdığı ise tam olarak belirginleşmiyor. Finalden önce annenin artık dış dünyaya çıkmasına karar verdiği bebeğiyle deniz kıyısındaki şiirsel gezintiyi anneliğin kutsanması ve Mina’nın kararlarının olumlanması olarak okuyabilecekken, finaldeki anne ve babaanneyi (gelenekseli) denklem dışında bırakma tercihiyle bir nevi anneyi cezalandırdığına ilişkin bir yoruma da ulaşılabilir. Ya da tam tersi bir okumayla modern çağın dayatmalarının ve geleneksel baskıların aileyi parçaladığı üzerinden bir sistem eleştirisi yapılabilir mi? Yönetmen burada da filmin geri kalanında sıkça yaptığı üzere yorumu seyircisine bırakıyor.

Sinema her şeyim. Hayallerim, bir şekilde hangi alanı olursa olsun temas halinde olmak istediğim, hayatımın vazgeçilmezi..Woody Allen, Dardenne Kardeşler ve Reha Erdem'in sinema dünyalarından tarifsiz bir şekilde etkilenirken; sinema tarihinin en iyi filminin Yurttaş Kane olduğu üzerine düşüncem, seyrettiğim her filmle biraz daha pekişiyor.

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir