59. Antalya Altın Portakal Film Festivali’nde En İyi Film ve En İyi Senaryo ödülü alan Özcan Alper’in son uzun metrajlı filmi Karanlık Gece vizyona girdi. Başrollerinde Berkay Ateş, Cem Yiğit Üzümoğlu, Pınar Deniz, Sibel Kekilli ve Taner Birsel’in yer aldığı film kahramanla birlikte topraklarına geri döndüğümüz kasabanın şahitlik ettiği politik bir gerilim öyküsüne sahip.
Alper filmi, seyircisini dışarıda bırakarak, gerçeğin derinlikli yapısını anlamlandırmasına mahal vermeden, mekân ve zaman örgüsüyle bir yerden yakalayıp onu absorbe edecek şekilde kurmayı tercih ediyor. Gevşek bırakılmış zaman-mekân ilmekleriyle seyirci için bir davet içermekten ziyade, izleyicisini sinemasına ait gerçeğe çekerek durumun bir parçası haline getiriyor. Yakın planlar ve hareketliliğiyle film sıkıntılı bir halin çağrısıyla başlıyor.
Ali’nin bedenini bulma uğraşı ve İshak’ın iç hesaplaşmalarıyla birlikte filmin şimdiki zaman ile aynı anda akan geçmişi, bizi yalnızca zamanda geriye götürmektense, birkaç şeyi aynı anda deneyimlememizi sağlıyor. Görüntü diliyle andan ayırt edemediğimiz İshak’ın geçmişi, belirsiz gel-gitlerden ziyade oldukça net. Bu netlikle karakter ne yaptığını ya da yapacağını bilen bir hal ile geçmişin obruklarına iniyor. Seyircisinin yüzünü üzerleri örtülmüş, gözden ırak hale geldikçe unutulmuş meselelere çevirme niyetiyle Alper, nedeni de sonucu da bilinen bir suçun sürecine bizi ortak ediyor. Müsebbibinin kurbanına dönüşüne tanıklığımızla film, karakterin yaşadığı vicdan yükünü izleyicisine pay etmeyi amaçlıyor. Bu arayış içinde İshak’ın ölen ile öldüğü, nihayetinde Alper’in kulağımıza umutsuzluğu fısıldadığı bir hikâyeyi görüyoruz.
Ortak değerlerimizle inşa ettiğimiz yapı bizi bir arada tutarken katları çıktıkça başkalaşan, eğrileşen ve bu şekilde kültleşen tuğlalarımız sıvalarımız ardında gizli kalıyor. Bu yıkılmadıkça farkına varamadığımız, darbe görmedikçe hissedemediğimiz normlar olarak git gide sabitleşiyor.
Şehrin lekelerinden uzak, maddi ve manevi açıdan dokunulmamış ve saf olarak görülegelen kasaba yapısının içinde barındırdığı ruhsal çıkmazlar bize görülenin ardının yaşanmadan anlaşılamayacağı gerçeğini hissettiriyor. Olduğu gibi bırakılmışlık haliyle son dönemde yansıtılan kırsalın sıkıntılı meseleleri, en bozulmamış kodlarımızla sürdürüldüğü sanılan kasaba yaşantısının görünmezlerini gün yüzüne çıkarmayı amaçlıyor.
Örneklerine rastladığımız zamansız ve evrensel olması gayelerini de güden bu gibi bazı yansıtmalar, dünyanın herhangi bir coğrafyasının kırsalında da karşımıza çıkabilecek dokular sunduklarını ifade ediyorlar. Hal bu iken, bu coğrafyada geçen toplumsal yozlaşma gerilimini belli bir milliyetle sınırlandırmanın mantığı ister istemez kendini sorgulanabilir kılıyor. Şahit olduğumuz bu yozlaşma bizi nereye gidersek gidelim takip edecek olan insanın öz yapısının bir parçası mıdır, milletlere, kişilere ve kültürlere atfedilebilir bir etiket midir sorusu bir yerlerde var olabilir.
Alper, izleyicisini bütünün izole bir prototipi olduğunu düşündüğü kırsalda nezaket dilini konuşmayan bir ataerkillik çemberinin içine atıyor. Toplumsal gerçekçiliği yansıtma gayesiyle kullandığı farklı olanı ötekileştirme, kötülüğün kendi içinde oluşturduğu bütünsel hizip doneleriyle yönetmen, yapılması gerekene ışık tutmaktan ziyade, sonuçların sebebine inen karanlığı göstermeyi amaçlıyor. Sorunun çözümünü sunmaktansa izleyicisini problemin bir parçası haline getirip göstermek istediği derde parmak basıyor. Dolayısıyla yolculuk film bittikten sonra, izleyicinin tahayyülünde başlıyor.
Farklı olana düşmanlık, mikro milliyetçilikle bilinçdışı faşizmi harmanlayan bu ve benzeri türlü anlatıların, bakmak istedikleri pencereden var olanı somut gerçekliğiyle göstermekle birlikte, Anadolu topraklarının kapsayıcı kültürüne ait bazı detayları gölgede bırakıyor oluşu tartışılabilir. Toplumsal linç, ülkemiz kültürel yapısı için parçalı bulutlu bir yapıya sahip. Kötülük anlatısında gölgeden güneşe çıkamadığımız yerler, vakitler olduğu gibi, güneşten kavrulmak da mümkün ihtimaller dahilinde. Bu kucaklayıcı topraklar yer yer kimine kurak, kimine karanlık. Derdin parçalı kısımlarına odaklanmakla birlikte, hizipleşme ve ayrışmanın kemiklerini de gün yüzüne çıkarmamız gereken obruklar olduğu yadsınamaz bir gerçek olabilir.
Karanlık olanı vurgulayıp adalete ve barışa giden yönde iyiliğe yol açmayı güderken, vurguladığımız şeylerin içine gömülmek, kendimizle çatışmak ihtimali bize ne derece uzaktır, bu çerçevenin tam olarak neresine ilişmiş haldeyiz, tüm bunlar sorgulanabilir.
Hizipleşmeden halis bir adalet arayışına ışık tuttuğumuz karanlıklar ardında feneri tutanlar olarak ne denli aydınlığız, bu toplumsal kötülük yansımasında nerede konumlanıyoruz, filmci kendi derdinin bir parçası mıdır, tüm bunlar düşünülebilir.
İshak olup obruklarda aradıklarımız mı, onu orada bırakanlar mı bu ötekileşmenin bir parçasıdır, olduğu gibi bıraktığımız taşra sorunlarının verilemeyen cevapları onları şehirleşememiş melez kimliklerimizle arayışımızdan mıdır gibi soruları film, seyircisiyle birlikte filmcisini de içine hapseden bir bütünsellikle geride bırakıyor.