Genç ve deneyimli isimleri kısa filmleriyle ağırladığım Söz Kısa Filmcilerde röportaj serisinde yeni bir yönetmen bugün sizlerle buluşacak. 2008 yılından bu yana kısa filmler çeken ve uzun süren suskunluğunu 2018 yılında Ablam filmiyle bozan Burcu Aykar bugünkü röportaj konuğum. 1980’lerin ortasında bir yaz mevsiminde Elif ve ablası Ayşe’nin hikayesine bizleri misafir eden; 56. Antalya Altın Portakal Film Festivali’nin Ulusal Kısa Metraj Film Yarışması’nda En İyi Kısa Film ödülünü kazanan filme dair röportajı sizlerle baş başa bırakarak keyifli okumalar diliyorum.
***NOT: Film şu an için MUBI Türkiye kataloğunda yer alıyor. Dilerseniz röportajı okumadan önce filmi buradan izleyebilirsiniz.***
Film hakkında konuşmadan önce ilk olarak sizi tanıyalım. Kimdir Burcu Aykar?
2000 yılından beri sinema yazarlığı yapıyorum. Aslında film yapmak çocukluğumdan beri istediğim bir şeydi ama biraz dolambaçlı yollardan geldim bu noktaya. Psikoloji okuduktan sonra Film Kuramı üzerine yüksek lisans yaptım. Filmler üzerine düşünmek, konuşmak, yazmak, hayatı anlamlandırmanın en etkili yolu oldu benim için. Sinema dergilerinde editörlük, genel yayın yönetmenliği yaptım. Kısa bir süre film dağıtımcılığı alanında çalıştım. 10 yıl önce Uygar Şirin’le birlikte Doğum ve Ölüm isimli iki kısa film yazıp yönettik. O günden bugüne, çeşitli aşamalara gelen ama çekilemeyen uzun metrajlı film projeleri üzerinde çalıştım. Aslında bir kısa film yapmak aklımda yokken, Elif Türkölmez’in Ablam hikayesini okuyup çok etkilendim, çarpıldım. Böylece “Ablam” filmi çıktı ortaya. Artık seyrek de olsa, Altyazı Dergisi’ne halen dışarıdan katkıda bulunuyorum. Uzun yıllar SİYAD üyesiydim ama film yapmaya karar verdiğimde dernekten ayrıldım.
Filmin yazım, hazırlık, çekim ve post prodüksiyon süreci ne kadar sürede tamamlandı?
Yazım süreci çok kısaydı. Öykünün verdiği ilhamla, bende uyandırdıklarını, kendi çağrışımlarımı da ekleyerek 22 sayfalık bir senaryoyu, iki-üç günde yazdım. Ondan sonra filmin bitmiş halinde çok az değişiklik oldu senaryoda. İlk olarak 2017 yılında filmi çekmek için bir girişimde bulundum ama aslında pek de gerçekçi değildi. Hazırlanmak için yeterince vakit yoktu. O sırada iki aylık yoğun bir ön hazırlık yaptım. Sonra, 2018 yılında tekrar ele aldım filmi. Üç aylık yoğun bir ön hazırlıktan sonra Eylül 2018’de çekimleri tamamladık. Çekimler beş gün sürdü, ama bunun bir günü, hava muhalefeti nedeniyle güneşi bekleyerek geçti. Aslında çekim yapabildiğimiz dört gün oldu. Post prodüksiyonu ise iki ayda tamamladık.
Bir yetişkin zihniyle çocukların dünyasını anlatan bir hikayeyi yazmanın senaryo aşamasında sizi zorladığı noktalar oldu mu?
Pek olmadı çünkü zaten Elif Türkölmez’in ustalıkla kaleme aldığı hikayesi vardı elimde pusula olarak. Hafızam çok iyi değildir, olayları ayrıntılarıyla pek iyi hatırlayamam. Hayat bende daha çok hisler, duyular, izlenimler olarak kalıyor. Bazı objeler, fotoğraflar yardımıyla çocukluğun duyusal dünyasıyla yeniden bağ kurmaya çalıştım.
Filmi “Elif Türkölmez”in “Ablam” isimli hikayesinden uyarladınız. Dizi veya uzun metraj filmlerde uyarlama işlere alışkınız ama bu duruma kısa metrajlarda çok sık karşılaşmıyoruz. Hikayeyi kısa filme uyarlamadan önce bu anlamda tereddüt ettiğiniz noktalar oldu mu?
Hiç olmadı. “Ablam”ın hikayesinde Elif Türkölmez’in yarattığı dünyayı, değindiği duyguları ve öyküyü ele alış şeklini kendime çok yakın buldum. Bende bu dünyayı görselleştirmeye dair büyük bir arzu uyandırdı. Onun yazdıklarından yola çıkarak kendi dünyamı kurabileceğimi ve arada bir kan uyuşmazlığı olmayacağını hissettim. Kısa film de bu öyküyü uyarlamak için en uygun medyumdu, o yüzden bunu seçtim.
Birçok yönetmen çocuklarla çalışmanın zor olduğunu dile getirir. Siz de filminizde başrolü çocuklara emanet etmişsiniz. Çekimler sırasında çocuk oyuncularla çalışmak nasıldı? “Şu noktada çekimler çok rahat geçti” veya “Çocuk oyuncularla çalışmak şu noktalarda zorladı” dediğiniz kısımlar oldu mu?
Hazırlık aşamasında prova yapmaktan çok, herkesin abla ya da kardeşleriyle yaşadıkları üzerine sohbet ettik. Filmin etrafına örüldüğü duyguları bir şekilde konuşup, ortak bir alanda buluşalım istedim. Film aslında epey ağır konuları ele alıyor. Çocukların bundan kötü etkilenmesinin önüne geçmek istiyordum. O yüzden mesela filmin sonunu falan hiç konuşmadık. Ama bir süre sonra fark ettim ki, onlar her şeyin farkında. Sezgisel de olsa her şeyi fazlasıyla anlıyorlar. Çocuklar çok eğlendi çekimlerde, bir de plajda da çekim yaptığımız için tabii… Onlara oyun gibi gelen ama çalışmamız gereken zamanlarda da yardımcı yönetmenlerimiz çok yardımcı oldular. İyi ilişkiler kurdular çocuklarla.
Film her ne kadar bir çocuk hikayesi sunsa da dramatik yönünü de özellikle ikinci yarısında temposu gittikçe artan bir anlatımla başarılı bir şekilde sunmayı başararak bir yetişkin hikayesi kadar etkileyici final sunuyor. Psikoloji mezunu olduğunuz da düşünüldüğünde bu dramatik kurguyu güçlü bir çatışmayla kurmak ve karakterlerin psikolojik durumlarını yansıtmak size kolaylıklar sağladı mı?
Bana çekici gelen, sadece sinemayla anlatılabilecek, muğlak anları yakalamak ve atmosfer yaratmak. Gündelik hayatta çok da üzerinde durulmayan ayrıntılara odaklanmayı, bu anları büyüterek, o anlar içinde derinleşmeyi seviyorum. Gri, gölgeli alanlar, kelimelerle ifade edildiğinde büyüsünü ve cazibesini kaybeden ve tanımlanmaktan daha da uzaklaşan duygusal haller ilgimi çekiyor. O yüzden yola çıkarken beni kamçılayan bir ruh hali oluyor. “Ablam”da bu, en sade hali ile, yalnızlık idi. Formu değişse de özü değişmeyen bir his, yaş ilerledikçe. Sahneleri yalnızlık temelli hislerin etrafında kurmaya çalıştım.
Filminiz 80’ler ve 90’lar çocukluğuna dair imgeler, ergenlik stresi, yetişkin dünyasıyla çatışan çocukluğa dair de oldukça sade fakat çok güçlü bir anlatım sunuyor. Tüm faktörler arasındaki o ince çizgiyi nasıl oldu da senaryo yazımı ve çekim aşamasında oya gibi işlemeyi başardınız?
Öyküde yıl yok ama walkman detayı var. Senaryoyu yazmaya başladığım anda benim için öykü 1980’lerin başında geçiyordu. Mutlaka ki kendi çocukluğum o yıllara denk geldiği için. Hem de, bugünde geçen bir hikaye yazmak şu an için pek cazip gelmiyor bana. İlerleyen teknolojiyle günlük hayatın, ilişki kurma biçimlerinin geldiği nokta bende bir hikaye anlatma isteği uyandırmıyor. Saatlerce ekrana bakarak geçirilen günler, sürekli dış gözler için yaşanan bir hayat çok ilham vermiyor. Klasik anlamda bir olay örgüsü kurmaktan çok atmosfer yaratmak, içsel hallere odaklanmak ilgimi çekiyor. Bu yüzden de, dışa değil de içe bakarak yaşama olanağının daha fazla olduğu yakın geçmişe gittim filmde. Bir de film, Elif’in yaşadığı bir yazdan zihninde kalan izlenimler gibi. Uçucu, tam olarak elle tutulamayan bölük pörçük ruh halleri, duygular… Çocukluğumuz bizde nasıl kalırsa, öyle. Sahneleri tasarlarken de, görüntü yönetmenimiz Barış Özbiçer’le kamerayı konumlandırırken de, bu hislerin peşinde idik. Mümkün olduğunca tüm duyulara hitap eden anlar yaratmaya çalıştık.
Filmde abla ve kardeş arasındaki perdeyi fiziki olarak göremesek de filmin her anından rahatlıkla hissediyoruz. İnsanlık tarihi kadar eski sayılabilecek kardeşler arasındaki kavga ve çekişmeye dair yeni bir hikaye ile farklı bir bakış açısı sunmak neler hissettiriyor?
Ne kadar farklıdır, onu çok bilemiyorum ama öyküde aralarındaki bu perdenin izleri vardı. Senaryoda ben biraz daha altını çizmek istedim, bu meselenin yaşandığı sahneleri çeşitlendirdim.Elif, adını koyamadığı bir şeyin ablasını kendisinden alıp götürdüğünü hissediyor ama duvarın ötesine ulaşamıyor. Önünde kendisini bekleyen bir dünya, bir bilinmezlikler denizi olduğunu seziyor: Ergenlik, çocukluktan genç kızlığa geçiş. Bunun ne menem bir şey olduğunu anlamak için ablasına yanaşmak istese de, Ayşe uzaklaşıyor ondan. Ablasını kıskançlık, hayranlık ve merakla izliyor. Korkuyor da bir yandan. Sahneleri birbirine bağlayan biraz da bu bilinmezliğin uyandırdığı merak duygusu ve tedirginlik hissi, Elif’in merakı. Bilmediğimiz şey korkutucudur.
Film hiç kuşku yok ki teknik yönleriyle de dikkat çekiyor. Filmi 4:3 formatında çekmenizin özel bir nedeni var mı?
Filmi ilk hayal ettiğim andan itibaren formatının 4:3 olmasına karar vermiştim. Film boyunca odak noktamız Elif. Tek bir karaktere odaklanmak için doğru bir format olduğunu düşünüyorum. Diğer yandan, tüm karakterlerin kendi yalnız hallerinde sıkışmış olma hissini, yaşadıkları klostrofobiyi geçirebilmek için de çok uygundu. Hem de dönemin izleme alışkanlıklarını çağrıştırdığı için tercih ettim.
Filmde çocukların renkli ve hareketli dünyasını yansıtan hareketli kamera kullanımı da bu film özelinde çok doğru bir tercih olmuş. Bu tercih sizin özellikle istediğiniz bir şey miydi yoksa tercih meselesini görüntü yönetmenine mi bıraktınız?
Bu da yine filmi hayal ederken ilk yaptığım tercihlerdendi. 52 sayfalık bir dekupaj çalışması yapmıştım. Örnek filmler, sahneler üzerinden konuştuk görüntü yönetmenimiz Barış Özbiçer ile ama sonuçta sette onun omzundaydı kamera. Benim aklımdakini bu kadar iyi anlayıp gerçeğe dönüştürebilmiş olmasına hala şaşırıyorum, şaşırtıcı derecede yetenekli bir görüntü yönetmeni.
Dünya sinemasına baktığımızda kısa filmlere uzun metraj filmler kadar değer verildiğini görüyoruz. Nitekim Safdie Kardeşler, Luca Guadagnino, Yorgos Lanthimos, David Lynch ve Pedro Almodóvar gibi usta isimler kısa filmler de üretiyorlar. Bizim sinemamızda ise kısa filmlere daha çok uzun metraj çekmeden önce bir sıçrama tahtası olarak bakılıyor fakat son yıllarda bu durum değişmekte. Sizin bu konudaki düşünceleriniz neler?
Ben okullu olmadığım için, benim için biraz öğrenme alanı gibi oldu kısa film yapmak. Ne kadar film izlesem, yapım süreçlerine dair söyleşi okusam, araştırsam da film, yapmadan öğrenilebilecek bir şey değil. Deneyim işin çok önemli bir parçası. “Doğum” ve “Ölüm” biraz uzuna hazırlık olması motivasyonuyla da yapılan filmlerdi. Ama “Ablam”, Elif Türkölmez’in harika öyküsünün beni çarpmasıyla ortaya çıktı. O sırada, kısa film yapma planım yoktu aslında. Fakat öykünün gerektirdiği format kısa film idi, dolayısıyla öyle oldu. Kısa film tabii ki sadece bir aşama değil. Bir ömür boyu sadece kısa film de yapılabilir, bambaşka bir alan.
Şu an için, ülkemizde benim istediğim türde uzun metrajlı filmler yapmak, fikir sürecinden itibaren ortalama 4-5 yıl sürebiliyor. Uzun ve zorlu bir yolculuk. Şartları sağlamak da her zaman mümkün olmuyor. Kısa film yapmak, bu uzun yola girmeden önce, bana isteklerimden emin olma imkanı sundu. Her film müthiş bir öğrenme alanıydı. Setteki herkes benden daha deneyimliydi sonuçta. Tüm ekiplerimizden, oyunculardan çok şey öğrendim. Aradığım sinema dilini bulma yolunda benim için önemli denemeler yapma fırsatlarıydı. İleride de birlikte çalışmak isteyeceğim ekip arkadaşlarımı bulduğum yer oldu.
Takip edebildiğim kadarıyla hissiyatım şu: Türkiye’de kısa film hala çoğunlukla öğrencilerin çalışmaları olarak görünüyor. Ticari bir boyut da kazanmasına, sanat eseri olarak ciddiye alınmasına hala yolumuz var. Büyük festivallerdeki kısa film bölümlerinin seçkilerine, gösterim ve sunum şartlarına çok daha fazla önem verildiğini gözlemledim son yıllarda. Kısa filmleri gösteren dijital platformların sayısı artıyor. Festivaller içinde kısa film geliştirme platformları olmasını da yapımları destekleyen olumlu bir gelişme olarak görüyorum. Tabii ki sayısı çok daha fazla olmalı. Özel programlarla ya da uzun metrajlı filmlerle eşleştirilmiş şekilde vizyonda da izleyebilmeliyiz kısaları.
Türkiye Sineması dahilinde üretilen uzun metraj filmlere kıyasla, kısalarda konu açısından daha fazla çeşitlilik var. Form ve sinema dili açısından da daha fazla cesaret var. Yönetmeni kadın olan filmlerin sayısı çok daha fazla. Yeniliğe daha açık bir özgürlük alanı olarak görüyorum. Yeni yönetmenlerin kendilerini tanıtabilecekleri bir alan, mutlaka olabildiğince desteklenmeli.
İlerleyen yıllarda uzun metraj film çekme düşünceniz de var mı?
Evet, şu an uzun metrajlı bir film üzerinde çalışıyorum. Henüz çok başındayız yolun, senaryo yazma aşamasındayım. Bir roman uyarlaması olacak. Heyecanlıyım, umarım hayata geçirmek çok uzun sürmez.
Son olarak üzerinde çalıştığınız başka kısa film projeleri varsa ufak tüyolar alabilir miyim?
Kısa film projesi yok aklımda, uzun metraja odaklandım şimdilik.