Gerçekte kaldı mı bilmem ama benim gönlümde hâlâ bir güzel İstanbul yaşar.
Henüz isminden bir İstanbul güzellemesinin sinyallerini veren Ah Güzel İstanbul, sadece geçmişle bağını koparamayan bu koca şehri övmekle kalmıyor. Aksine, onun insanı nasıl yutan bir koca delik olduğunu apaçık bir şekilde gözler önüne seriyor. Bunu yaparken de İstanbul’un köklülerinden olan, ancak varını yoğunu miskinliği yüzünden kaybetmiş, belki de dünyanın en rahat insanı Haşmet İbriktaroğlu’nu odak noktasına yerleştirerek yapıyor. Bir yandan da dönemin popüler konularından, köyden kente meşhur olma hayaliyle gelme mottosunu incelikle işliyor. Sinemamızın birçok ustasını bir araya getiren filmin yönetmenlik koltuğunda Atıf Yılmaz otururken, başrollerinde ise Sadri Alışık ve Ayla Algan yer alıyor.
Haşmet İbriktaroğlu (Sadri Alışık) İstanbul’un köklü ailelerine mensup bir beyefendidir. Kendisini miskin ve tembel olarak tanımlayan Haşmet, babadan kalan mirasını bir güzel yemiş, beş parasız ortada kalmıştır. Ancak onun dünyasında zaten paranın pul kadar değeri yoktur. Hayatını seyyar fotoğrafçılık yaparak geçindiren Haşmet’in yolu, İstanbul’a meşhur olma ümidiyle gelen Ayşe (Ayla Algan) ile kesişir. Ayşe’nin meşhur olma sevdası ile kötü yola düşeceğini fark eden Haşmet, onu gittiği yoldan döndürmek için elinden geleni yapar. Ancak o Ayşe’yi yolundan döndürmeye çalışırken, bir yandan da ona kaptırdığı gönlüne söz geçirmeye çalışacaktır. İkilinin bu macerası en az İstanbul kadar büyük ve sürprizlere gebedir…
Filmi, İstanbul merkezli bir hikâye olarak betimleyebiliriz. Bir yandan İstanbul’un otantik görüntüleriyle birlikte bir güzelleme yapılırken bir yandan da şehrin kaotik ortamı açıkça resmediliyor. İstanbul’un çok sesliliği, umudu simgelemesi ve tabi ki de zengin-fakir çatışmasının doruk noktasına ulaştığı yer olması filmde bize verilen detaylardan bazıları. Keza filmin odak noktasına yerleştirdiği Haşmet ve Ayşe; farklı yollardan da olsa İstanbul’dan nasibini almış, almaya devam eden iki insandır. Haşmet, başına gelen onca şeye rağmen hala şehre âşık, parayı ikinci planda tutan bir adamdır. Ayşe ise masum bir şekilde geldiği bu şehirde daha rahat bir hayat sürebilmek, daha fazla para kazanabilmek ve tabi ki de meşhur olabilmek adına elinden geleni ardına koymayan bir imaj çizer. Haşmet, bu hayattan aldığı dersleri Ayşe’ye aktarıp onun hata yapmasına engel olmak ister. Ancak Ayşe tek bir hedef için geldiği İstanbul’dan istediğini alana kadar çabalayacaktır. O da meşhur olmak. Haşmet’in, Ayşe ile tanıştığı ilk andan beri verdiği öğüt burada altın değeri taşıyor. “Mühim olan hatalardan ders alıp, aynı çukura bir kez daha düşmemektir.” Haşmet her defasında, Ayşe’yi böyle uyarsa da onun asla durmaya niyeti yoktur. Çünkü o, İstanbul’u kendisi gibi masum sanar. Ancak İstanbul çoktan kirlenmiş, bu kirliliğine herkesi ortak etme peşindedir. Bu yüzden hikayenin yer yer metaforik bir anlatı yoluna gittiğini de söyleyebiliriz. Bu koca metropolün keşmekeşliği üzerinden bir insan eleştirisi hikâyenin atar damarını oluşturan nokta. Özellikle Ayşe’nin her adımda karşılaştığı farklı tipte insanlar, İstanbul’un farklı yönlerini simgeler nitelikte. Haşmet ise hikâyenin ve İstanbul’un iyilik sembolü olarak karşımıza çıkıyor. Para ile olan ilişkisini çoktan ortadan kaldırmış, İstanbul’a âşık hedonist bir adamdır Haşmet. Onun bir beyefendi olarak resmedilmesinin başlıca sebebi de İstanbul’un iyi tarafının ortaya konma çabasıyla ilintilidir. Çünkü İstanbul her zaman bu kadar kötü, bu kadar çıkar peşinde koşan insanlarla çevrili değildi. Haşmet gibi, sadece kendi önüne bakmayı yeğleyen iyilik emsali insanların şehriydi. Hikâyenin çoğunlukla izleyenleri, iyi-kötü tezadının ortasında bırakması da bu koca şehrin geldiği noktayla yakından ilgilidir.
Hikâye, bizi sadece İstanbul’un her telden çalan yapısına bırakıp gitmiyor. Bunun yanında dişe dokunur bir aşk hikâyesi de servis ediyor. Haşmet kendisine uzunca bir süre itiraf etmekte zorlansa da ilk görüşte Ayşe’ye tutulmuştur. Ayşe’nin, Haşmet’e bağlılığı ise başına gelen her kötü olaya paralel şekilde artar. Çünkü kendisine göre, sığınacak limanı kalmayana kadar çabalamalıydı. Haşmet ise, birçok talibi olmasına rağmen evlilikten bu yaşına kadar kaçmış, adeta evlenmekten korkan bir görüntü çizer. Özellikle gördüğü rüya sahnesi başlı başına bir evlilik eleştirisi ve toplumsal analiz niteliği taşır. Sırasıyla orta sınıf, öğretmen ve yüksek zümreden talipleriyle evlendiğinin hayalini gören Haşmet, durumu kendi özelinde değerlendirse de aslında ucu toplumun her noktasına temas eden çıkarımlar yapar. Zaten bu sahneden sonra Ayşe ile evlenmek istemesi onun evliliğe bakış açısını da açıkça ortaya koyar. Onun tek derdi, huzur içinde yaşadığı hayatına bir nebze olsun mutluluk, sevgi katabilmektir. Bunun içinde tek çözüm yolu; masumiyetine inandığı Ayşe’dir. Ancak, Ayşe’nin idealleri uğruna her defasında attığı yanlış adımlar, sadece Ayşe’yi etkilemez. Haşmet’in ona karşı bakış açısını da değiştirir. Ancak bu filmin finaline giden yolda, hikâyenin ihtiyaç duyduğu yollardan yalnızca biridir. Evet, Ayşe hırslıdır. Saflığı yüzünden kolay kandırılabilir bir yapıdadır. Ama o da çıkar ilişkileriyle örülü bu şehirde, kendisine iyilikle yaklaşan tek insanı, perdelerini kaldırdığında net bir şekilde görecektir. Bu yüzden, Ah Güzel İstanbul imkânsız bir aşkın değil, meşakkatli yollara ihtiyaç duyan bir aşkın hikâyesidir.
Haşmet İbriktaroğlu, kendine has üslubu, beyefendiliği ve yardımseverliği ile sinema tarihimizin en kültleşmiş karakterlerinden biri. Onu bu denli sevdiren en büyük özelliği ise boşvermişliği. Hiçbir şeyi kendine dert edinmeden yaşayabilmeyi başarması . Ancak bazen öyle bir an gelir ki, kendimizin kötü yönlerini değiştirmek için çabalamak zorunda kalırız. Bu an Haşmet için, evlilik kararı aldığı andır. Ağzından düşürmediği sigarası bir anda yok olmuş, üstüne başına çeki düzen vermiş ve doğru düzgün bir iş aramaya başlamıştır. Haşmet bir anda herkesin hayretle izlediği bir adam haline gelmiştir. Ancak onun bu değişimi, efsanevi İngiliz futbolcu George Best’in 1969 yılındaki 20 dakikalık değişiminden farksızdı. Çünkü insanlar kendilerini her ne kadar değiştirmek için çabalasalar da benliği oluşturan özelliklerin farklılaşması neredeyse imkânsızdır. Tam bu noktada ise Sadri Alışık’a şapka çıkarmamız gerekir. Usta oyuncu Haşmet’in içinde bulunduğu ruh halini öylesine detaycı bir şekilde resmediyor ki, onun gel-gitlerini anlamamız daha belirgin bir hal alıyor. Yıllarca parayı amaç olarak değil araç olarak görmüş, bu vesileyle hayatı hiçe saymış Haşmet’in bir günde bambaşka bir insan haline dönüşmesi tabi ki de hayalcilikten öteye gidemezdi. Ancak onun o tek günde dahi yaşadığı sancılı süreç, Haşmet’i bu denli samimi yapan kavramlardan belki de en önemlisi. Artık Haşmet’in kişiliğini daha net bir şekilde ifade edebiliriz. O, çabalamaktan asla vazgeçmeyen ancak her şeye rağmen kendinden ödün vermeyen bir beyefendi. Başka bir değiş ile içi dışı aynı bir adam.
İstanbul’un iyi-kötü tüm yönleriyle resmedildiği, aşkın ulaşılması ne kadar güç bir kavram olarak betimlendiği Ah Güzel İstanbul, Sadri Alışık ve Ayla Algan’ın eşsiz performansıyla daha da değer kazanan bir film. 60’lı yılların başında Fransa’da ortaya çıkan Yeni Dalga Akımı’ndan da izler taşıyan film, sinemamızın bir başka ustası Atıf Yılmaz’ın sihirli elleriyle servis edildiğinde, tadından yenmez bir hal alıyor. Samimiyetiyle adından söz ettiren hikâye, Haşmet’in kaldığı derme çatma evine verdiği isim gibi bir film aslında; “Hüzünler Kulübesi”. Büyük şehrin, küçük bir bölümünde geçen, koca yürekli insanların, devasa hikâyesi…
Polat Öziş yazdı.