Sanatlar arası uyarlamada, aktarılan eserin saflığının bire bir korunması mümkün değildir. Çünkü her sanatın dili ve kullandığı argümanlar birbirinden farklıdır. Kaynak olarak belirlenen eserin omurgası zarar görmeden, aktarılacak sanat düzleminde onu yeniden yaratmak, bu işin makbulüdür. Bu ise neredeyse yeni ve özgün bir eser yaratmak kadar zor bir işlemdir. Endüstri harikası sinema da kendisini tüketime odaklayınca bu zor süreçten kaçan yapıtlar ortaya çıkarılıyor. Sinemanın evriminden beri ona büyük avantajlar sağlayan “hareketli görsellik” olgusu, uyarlama yapmayı sinema için bazen basite indirgeyebiliyor. Böylelikle yapım şirketlerinin büyük paralar harcadığı birçok film, seyircinin gözünü boyayan bir epiklikten öteye geçemiyor. Bu tarz yapımlardan sonra da seyircinin “Benim hayalimdeki bu değildi.” lafzını işitmek gayet olağan bir durum haline geliyor. Çünkü bu filmler kaynak eserin özünü kavrayamıyor ya da buna gerek duymuyor. Yapılan uyarlama, kaynak eserin kronolojik özetinden öteye geçmiyor. Mitolojiden sinemaya geçişte, sinemasal görsellik uğruna hikâyeyi bozan büyük bütçeli birçok yapımın tutumunu tekrarlayan “Gods of Egypt” da bu uyuşuklar kervanına dâhil oluyor.
Fantastik hikâyeler ile sinemada yeni işler yapmaya çalışan yazar ikilisi Matt Sazama-Burk Sharpless ile bilimkurgu ve fantastik sinemanın “zeki ama çalışmayan” yönetmeni Alex Proyas, “Gods of Egypt” filminde bir araya geliyorlar. Adından da bariz şekilde anlaşılacağı üzere film, Mısır mitolojisini sinemaya uyarlıyor. Neticede bu bir kurmaca filmdir. Her ne kadar belli bir kaynaktan uyarlansa da, asla o kaynağın bire bir çevrimini yapmaz. Eğer belgesel gerçekliğini bu film için zaruri bir ihtiyaç olarak gören seyirciler varsa onların, bu tutumlarından vazgeçmeleri gerekiyor. Çünkü “belgesel” ile “kurmaca” farklı kulvarların ürünüdür. Yine de bu durum, mitolojik omurgayı kıran senaryoyu mazur gösteremiyor. Mitoloji ve film hikâyesi arasındaki farklılıkları, karakterler arasında oluşturulan “yanlış” ilişkileri sayıp dökmeye gerek duyulmamalı. Emin olun ki filmin yaratıcıları Mısır mitolojisini bizden daha çok okumuşlardır. Filmin gaflarını çıkarmak yerine bilinçli olarak yaratılan bu hataların, sinemasal anlatımda neye hizmet ettiğini tartışmak akla daya yatkın geliyor.
Klasik drama yapısının sinemadaki sancağını tutan Hollywood’un, belki de yaptığı en iyi şey, seyirciye, filmdeki karakterleri giriş sekanslarında tanıtmasıdır. Tüm karakterlerin psikolojilerini, hal ve tutumlarını çok iyi kavrayan seyirci, bu şekilde film boyunca seyirden kopmamış oluyor. Çünkü perdede gördüğü kişileri çok iyi tanıyor. O yüzden girişteki taç giyme sahnesinden başlamak bu duruma uygun görülüyor. Hikâyenin üç kahramanı da bu sahnenin içinde bulunuyor. Bek’in (Brenton Thwaites) aksiyonları sırasıyla: Düşen bir yaşlıya yardım etme, ondan bir yüzük çalma, zalim kral karşısında hemen boyun eğmeme. Bu hareketlerdeki ana motivasyonunu ise Zaya’ya (Courtney Eaton) duyduğu sevgi sağlıyor. Seyirci hem karakterle özdeşleşiyor hem de onun, çıkacağı yolculuktan vazgeçmeyeceğinden emin oluyor. Mitolojide tanrılarla aşık atması imkansız olan bir ölümlü, filmin içine ana karakter olarak sokuluyor. Varlığı bile büsbütün bir hata olarak görülmesi kaçınılmaz olan Bek, klasik sinemanın anlatım yapısı içinde eritiliyor. Yoksa hiçbir seyirci, haşmetli tanrıların çekişmelerini izlemek için sinemaya gitmeye gerek duymazdı. Seyircinin “adamından” sonra sıra, Set ve Horus’a geliyor. İyilik timsali Horus’un karşına “şeytan” Set çıkarılıyor. Set’in beklenmedik bir anda törene dalmasıyla, ilerleyen dakikalarda yapacağı hainlikler seyirciye sezdiriliyor. Tamamıyla mitolojiden bağımsız olan bu sahne, tüm filmin ana kaynağını oluşturuyor. Hâlbuki krallık değişimi mitolojide, bir entrikaya dayanır. Kral Osiris’in ölümü ile de tanrılar, uzun bir tartışmanın içine girerler. Film entrika yerine kullandığı aksiyon sahneleriyle bu uzun çelişkileri seyirci için kısa bir seyirlik eğlenceye dönüştürüyor. Osiris’i haince katleden Set, daha sonra Horus ile dövüşe girişiyor. Epik hikâyenin getiriyle fantastik bir savaş, seyirciye sunuluyor. Fantaziden azade olsa da buna benzer sinemasal bir savaş sahnesi 2004 yapımlı “Troy”da da görülüyor. İki yakışıklı, (Eric Bana, Hector ve Brad Pitt, Akhilleus) Homeros’un İlyada’sına uyuşmayan bir şekilde, mertçe savaşırlar. Bu bir hata mıdır? Yoksa Hollywood’un şov dünyası içindeki bir görsel şölen midir? Sinemayı ister bir sanat olarak görün ister bir eğlence aracı. Ne olursa olsun, bu filme yatırılan yüz milyonların karşılığı olarak hiçbir deli yönetmen-senarist, Akhilleus’un peşine takıldığı Hector’u, Troya’nın surları etrafında 7 kez korkakça koşturamazdı. Tıpkı, Set’in, Tanrı uzun çekişmelerin ardından çöle sürülemeyeceği gibi.
Ortada bir mitolojik hikâye bulunduğunda Joseph Campell’den bahsetmemek mümkün olmuyor. Geliştirdiği monomit teorisinde, mitolojiler içinde kahramanların çıktığı yolculukları tek bir standarta indirger. Kahramanlar belli çağrılar üzerine yola çıkarlar ve belli engelleri aşıp aydınlığa kavuşurlar. Campell’e göre tüm mitolojiler bu formüle uygundur. İlla mitolojik öğelerle bezeli bir sinemaya gerek yok, herhangi bir klasik anlatı formundaki film de bu formülleri kendine uyarlar. Fakat Gods of Egypt’ta bu, “kahramanların yolculuğu” zorla seyircinin gözüne sokuluyor. Filmde tanrıların tanrısı olarak tasvir edilen Ra, hem Horus’a hem de Set’e onların, bir yolculuk içinde olduklarından bahsediyor. Aslında bu sınavın, karakterlerin sandıkları soruları onlara sormadığını da üstüne basa basa açıklıyor. Bu da yetmezmiş gibi film, karakterlere, “Evet ben bir sınavdayım” veya “Benim sınavım meğer bu değilmiş” vari sözler söylettirerek onları, cıvıklaştırılmış bir farkındalık içinde var etmeye çalışıyor. Konuya dâhil verdiği argümanların ayarını kaçıran film, seyirci iyice aptal yerine koyuyor. Bu durumun müsebbibi olan Ra’ya da ayrıca değinmekte fayda var. Mısır’ın en önemli tanrılarından biri olmasıyla beraber, betimlenmiş film gerçekliği içinde iyice büyütülüp göklere çıkarılıyor. Bir mitoloji tanrısı daha fazla nasıl göklere çıkarılabilinir ki? Ancak ona verilen, kendi kişiliğine ek olarak, Buda ve Davud sembolleri ile bu göklere çıkarma işinin hiç de imkânsız olmadığı fark ediliyor. Zaten ancak böyle bir karmaşık tanrı figürü oğullarına, onların bir yolculuk içinde olduklarını söyleyebilirdi. Hesaplı kitaplı yaratılan Ra, görkeminin kendine verdiği kibriyle ağzından kaçırdığı sırrın farkına varamıyor. Seyirciye bu izlediğinin aslında bir film, yani yapay bir gerçeklik olduğu bilinçsiz şekilde fark ettiriliyor. Bu şekilde de “suspension of disbelief”[1] olgusu aniden yok oluyor. Hikâyeye kendini kaptıran seyircinin, bu kısımla rüyadan uyanması, kuvvetle muhtemel bir hal alıyor. Özdeşleşme üzerine kurulu Hollywood sineması kendi kibrinde boğuluyor.
Klasik anlatı yapısının herkes için izlenir ve tüketilir olmasının sebebi, filmin her malzemesinin dozunda ve zamanında verilmesiyle ilgilidir. Amiyane tabiriyle “hikâyeyi aptala anlatma” olgusunun seviyesini ayarlayamayan bir filmin vizyondan, alnının akıyla çıkma hali zordur. Burada alınacak herhangi bir ekonomik darbenin Alex Proyas ve yazar ikilisi için pek de hayırlı olmayacağını söylemek güç değil. Film, belli açılardan ciddi çöküntüler yaşasa da mitolojiyi evirip çevirerek sinemasal düzlemde onu var etmeye çabalıyor. Muhtemelen de sahnelerin çoğunda oluşturulan epik görsellik, filmin yapımcılarının tek güven kaynağını oluşturuyor. Her neyse, burası Hollywood… Endüstri ürünü olan filmin ekonomik getirisi, estetik değerinden her zaman önde tutulur. Eğer film tüketilirse herkes paçasını kurtarır.
[1] İnançsızlığın askıya alınması, dünya gerçekliğinde olmayacak şeylerin filmin betimlenmiş gerçekliği içinde sorgulanmadan kabul edilmesine denir.
Yazar: Ahmet Toğaç