İstanbul başta olmak üzere, ülkenin dört bir yanından göklere doğru yükselen sözde mega yapılar, coğrafi zenginliği bol olan ülkemiz üzerinde topraktan biten birer sefertası misali, estetik yorgunluğu had safhaya ulaştırıyor. Faydalı alanların gitgide azaldığı günümüz koşullarında, inşaat rantının sebebiyet verdiği tahribattan yola çıkan “OHA: Oflu Hoca’yı Aramak” adlı film, efsanelerin peşine takılıp, manasızlığa tavır alma iddiasında bir yapım.
Karadenizli bir müteahhit, Kaçkar Dağları’na yeni istihdam alanları da açacağı ifade edilen kompleks bir inşaat projesi yapmak ister. Bölge halkının sempatisini kazanmak ve aralara kendi reklamını da serpiştirmek amacıyla, Karadeniz efsaneleri hakkında proje hazırlamak isteyen bir belgesel grubuna destek olur. Fakat zamanla efsaneler ve realiteler iç içe girer ve ulaşılan sonucun ne olduğuna dair pek bir cevap kalmaz akıllarda.
Açılışta yer alan gerçek kişiler ve olaylar vurgusunun, akıp giden filmin hakim atmosferi içerisinde ne kadar havada kaldığını anlamak zor olmuyor. Fakat filmin sivri dilini belirli bir kitleye yöneltip, tam tersi istikametteki kitleye eleştiri oklarını uzatmadığını düşünüyorsanız, yanılıyorsunuz. Dağlarda kamp yapan gençlerin ibretlik durumu, entel cümlelerle makyajı taze tutmaya çalışıp içerilerden kopup gelen cehaletine engel olamayan güzel sevgililer, birilerini kaçırıp duran ayı ve daha neler neler.
Artık birer aksiyon filmi fragmanına dönüşmeye başlayan inşaat reklamlarına eğlenceli göndermeler yapan film, at sırtında ufukları gösteren müteahhitin pozlamalarını yansıttıkça iyiden iyiye eğlenceli bir hale dönüşüyor kısa sürede. Oflu Hoca’yı aramak için çıkılan yolculukta karşılaşılan insanların hoca hakkında söylediği cümleler, bir mizah parçası olmaktan öte, gerçeklik üzerine düşünmek adına yönetmenin çıkardığı bir davetiye türünden. Filmin bu abartılı üslubu, tankla, tüfekle kuşanan köylü halkın perdeye yansımasıyla birlikte, yönetmenin dilinden, olması gereken ve gerçekte olan arasındaki bir rekabeti aşırılıklar yoluyla temsil etmeye başlıyor.
Absürt bir dil algısı oluşturuyor olmasına rağmen, filmde yaşanan pek çok olayın gerçek hayatta rahatlıkla karşılaşabileceğimiz türden oluşu, biçimsel güce muazzam bir katkı sunmuş. Filme adını veren Oflu Hoca’yı ise filmin finalindeki hayalle karışık silueti haricinde bir türlü göremeyişimiz, gerçek hayatta böyle bir hoca profilinin var olup olmadığından emin olamayan yönetmen yorumundan kaynaklanıyor.
Kısıtlı bütçesine rağmen, seyircinin kolayca adapte olacağı türden bir sahte belgesel (mockumentary) tadında ilerleyen film, (keyif verici olmasına rağmen) fazlaca yüklendiği müzikler sebebiyle yer yer sinema dilinin dışına da taşmıyor değil. Zengin göndermeler ve diyaloglarla yüklü bir filmin bu minvaldeki eksen kaymalarına meyletmesi pek kabul edilebilir olmuyor ne yazık ki. Ayrıca, kısıtlı süresine karşın, fazlaca konuya el atmasından ötürü, anlık tebessümler/kahkahalar dışında uzun süreli bir yorgunluğa sebebiyet veriyor izleyicide.
Oyunculuk performansının, filmin kendi çizdiği çerçeveden baktığımızda tatmin edici bir düzeyde olduğunu söyleyebiliriz. Köylü insanların anlattıkları karşısında, sanki son derece normal bir ortamın içindelermiş gibi tavır takındıkları anlarda, amatör ve genç oyuncular tüm sempatiyi üzerlerinde topluyorlar.
Sloganlar ve didaktik bir dil üzerinden değil de, muhalif filmlerin ülkemizde en etkili olduğu/olma potansiyeli taşıdığı komedi türü üzerinden, sinemamızın alışkın olmadığı bir alt tür olan mockumentary yoluyla kendi yağıyla kavrulurcasına ilerleyen film, Oflu Hoca simgesini merkeze alarak hayal-meyal akıp giden bir sistem eleştirisi.