Nisan ayında çevrim içi gösterimlerle başlayan 40. İstanbul Film Festivali’nde büyük heyecanın olduğu günlere geldik artık. Festival kapsamında geçtiğimiz günlerde başlayan Ulusal Yarışma film gösterimlerinde her akşam bir film seyirciyle buluşuyor. 13 filmden oluşan Ulusal Yarışma seçkisinde yer alan filmlerin yönetmenleriyle yapacağım röportajlarla da filmler üzerine daha ayrıntılı konuşup irdeleyeceğiz. Röportaj serimde yer almayı kabul eden Barış Hancıoğulları, Emre Erdoğdu, Nesimi Yetik ve Nisan Dağ’a buradan röportaj teklifimi kabul ettikleri için bir kez daha teşekkürlerimi iletiyorum. Bu röportajda yönetmeniyle üzerine konuşacağım film, ilk ve ikinci yarısıyla farklı iki olay örgüsü sunan, aynı oyuncuların farklı karakterlere büründüğü bir anlatımla oldukça ilginç bir hikâyeye sahip Yeniden Leyla olacak.
Bugünkü röportajda daha yakından tanıyacağımız isim, başrollerinde Ahmet Melih Yılmaz ve Ayfer Dönmez’in yer aldığı Yeniden Leyla filminin yönetmen ve senaristi Barış Hancıoğulları.
Herkese keyifli ve ilham veren okumalar.
Çektiğiniz kısa metrajlar ve yönetmen yardımcısı deneyimlerinizden sonra ilk uzun metrajınıza “Yeniden Leyla” ile imza attınız. 1999-2009 yılları arasında yaptığınız müzisyenlikten sinemaya olan geçişiniz nasıl oldu kısaca bahsedebilir misiniz?
1999 senesinde, 20 yaşımdayken, İzmir’de profesyonel olarak müzisyenlik yapmaya başladım, davul çalıyordum ve hayatım müzikten ibaretti; sinemayla hiç alakam yoktu. İki sene sonra bir gün, o zamanlar yeni kurulmuş Digitürk’ün sinema kanalında Kubrick’in 2001: A Space Odyssey filmine denk geldim, yıl da 2001! Çok şaşırdım, daha önce hiç böyle bir şey izlememiştim! Ertesi gün aynı kanalda Bergman’ın Persona‘sını izledim, bende yine aynı şaşkınlık ve coşku… Kendi kendime “Bu sinema denen şey benim zannettiğimden çok farklı bir şekilde yapılabiliyormuş” dedim ve müthiş bir açlıkla kendi kendimi geliştirmeye başladım bu alanda.
Bundan iki sene sonra, yani 2003 yılında Marmara Üniversitesi G.S.F. Sinema TV bölümünü kazandım ve İstanbul’a taşındım, 2007’de de mezun oldum. Bir yandan İstanbul’da müzisyenlik yapmaya devam ettim ancak hem müziğe, hem sinemaya yoğunlaşamadığım için 2009 yılında müziği tamamen bıraktım. Okulumuz pratiğe çok önem verirdi, ödev olarak birçok kısa film çekmiştim, mezun olduktan sonra da iki kısa film daha çektim. Bunun dışında Hüseyin Karabey ve Özcan Alper gibi değerli yönetmenlerin yanında tecrübe kazanmaya çalıştım.
Filminiz ilk fikir aşamasından post prodüksiyonun son gününe dek ne kadarlık bir sürenin ürünü?
Bu soruya vereceğim cevaba inanmakta güçlük çekebilirsiniz ama senaryoyu yazmaya 2009 yılında başladım. Hatta 2010 yılında Erivan Altın Kayısı Film Festivali’nde “Directors Across Borders” isimli proje geliştirme platformunda Büyük Ödül’ü kazandım. Senaryonun o hali tabii oldukça farklıydı ama parçalı yapısı ve hikayenin iskeleti en baştan beri bu şekildeydi. Maalesef 2010’dan sonra projeyle ilgili işler çok iyi gitmedi, benim de hayatımda çeşitli değişiklikler, dalgalanmalar oldu, işlerde çalıştım, kısa filmler çektim, dolayısıyla proje de rafa kalktı ve yıllarca rafta durdu. Bu süre zarfında ara ara yeni versiyonlar yazıyordum, yazdıklarımı, sınıf arkadaşım ve dostum Rezan Yeşilbaş gibi görüşüne güvendiğim kişilerle paylaşıyor, tartışıyordum. Özellikle Özcan Alper’in değerli fikirleri de senaryoyu geliştirmemde oldukça yardımcı oldu.
Eşim Zeynep’in hiç bitmeyen motive edici konuşmaları ve son olarak da sevgili arkadaşım Serkan Ertekin’in cesaretlendirmesi sonucunda ön hazırlığa başladım, 2018 yazında da çok mütevazı bir bütçeyle filmi çektik. Yapımda, başta Azat Yeşilbaş olmak üzere, sevgili Rezan Yeşilbaş, Soner Alper, Engin Altıntaş ve İbrahim Karatay da filme önemli katkılar verdiler. Post prodüksiyon süreci yine bütçenin kısıtlı olmasından dolayı yavaş ilerledi ama sonunda, 2020 senesinde film her şeyiyle bitti.
Filminiz tamamen kurmaca mı yoksa gerçek hayattan beslendiği yönler de mevcut mu? Hikayenin ilk ortaya çıkışı nasıl oldu?
Hikayenin kafamda şekillenmesi, oyunculuğun haletiruhiyesini, oyuncuların özel hayatları ile canladırdığı karakterler arasındaki dinamikleri merak etmemle başladı sanırım. Sonrasında diğer ilgi alanlarımın devreye girmesiyle de senaryo ete kemiğe büründü.
Gerçek hayatla ilişkisine gelirsek, yıllar önce bir dedikodu sayfasında “Nip/Tuck” dizisinde benzer bir durumun var olduğunu okumuştum. Bunun dışında filmdeki her şey kurmaca.
Filminizi tam ortadan ikiye ayırdığımızda keskin çizgilerle bölünmüş ve başka yönlere bakan fakat yine de ortak noktaları olan bir hikayeye ulaşıyoruz. İçerisinde böylesine zıtlıkları barındıran bir senaryonun yazım süreci nasıl işledi?
Çektiğim kısa filmlerde de bir ikilik, bir bölünmüşlük vardı hep. Bu, bilinçli yaptığım bir şey değil açıkçası, “Ben şöyle iki parçalı bir yapı kurayım, güzel olur” diye başlamıyorum işe, nedenini tam olarak bilemiyorum ama hikâyeler zihnimde kurulurken bir şekilde parçalara ayrılıyor genellikle.
Yeniden Leyla’da da oyuncu ve canlandırdığı karakter ikiliği üzerinden böyle bir form ortaya çıktı. Bu iki bölüm, içerik ve biçim olarak birbirlerinden farklı olsalar da, aslında filmin bütününü organik tek bir parça olarak ele aldım ve biri diğerinden bağımsız düşünülemeyecek iki bölüm ortaya koymaya gayret ettim.
Filmin ilk yarısında izlediğimiz Umut karakteri ile ikinci yarısındaki karaktere aynı oyuncunun bu derece başarılı hayat vermesi de bir noktada doğru oyuncu seçimi ve yönetimiyle bağlantılı. Umut’a hayat veren Ahmet Melih Yılmaz ile karakteri üzerine nasıl çalışmalar yaptınız?
Filmde büyük emeği bulunan cast direktörümüz Hatice Işık’la beraber, Umut karakteri için detaylı bir oyuncu seçme süreci geçirdik ve sonunda Ahmet’te karar kıldık. Bunun sonrasında açıkçası işim pek zor olmadı çünkü Ahmet çok yetenekli bir oyuncu. Çekimlerin öncesinde kafamdakileri ona en ince ayrıntısına kadar aktardım; sadece karakter ile ilgili değil, filmin geneliyle ilgili de konuştuk, “Bu filmi neden çekmek istiyoruz?”, “Film bize özünde ne ifade ediyor?” gibi sorulara cevap vermeye çalıştık. Bu süreçte ortak bir frekans yakaladığımızı, birbirimizi anladığımızı düşünüyorum ki bu, yönetmen-oyuncu ilişkisinde en kritik nokta bence. Ahmet projeye kendini gerçek anlamda verdi, konsantrasyonunu hiç kaybetmedi. Sonuçta benim sette çok bir şey yapmama gerek kalmadı, Ahmet’e olabildiğince alan tanıdım, o kadar…
Oyuncularla ve diğer ekip arkadaşlarımla çalışırken bir şey dikte etmeyi sevmiyorum. Kafamdakileri karşımdakine iyi bir şekilde aktardıktan sonra işi, yapacak kişiye bırakmayı tercih ediyorum ve çoğunlukla ufak müdahalelerde bulunmam yetiyor. Bu, Leyla’yı canlandıran sevgili Ayfer Dönmez’le de, dar bütçemizden kaynaklanan zorluklara rağmen çok iyi bir iş çıkarttığını düşündüğüm görüntü yönetmenim Dilşat Canan’la da, çok değerli kurgucum Osman Bayraktaroğlu’yla da böyleydi.
Filmin ilk yarısındaki diyalogların sayıca azlığı hikayeyi takip etme konusunda zorluk yaşatsa da ikinci yarıyla birlikte soğuk duş etkisi yaratan ve her dakikasıyla seyircinin afallamasına neden olan olay örgüsü hayretler içinde bırakıyor. Böylesine riskli ve keskin bir geçişi yönetmeyi nasıl başardınız?
Ben filmin ilk yarısında da seyircinin hikayeyi takip etme konusunda zorluk yaşamamasını umuyorum tabii. Umut dilsiz (ama sağır olmayan) bir karakter olduğu için bu bölümde diyalog sayısı az, ancak Umut’un değişimlerden geçtiği, hayatının alt üst olduğu bir periyodu anlatarak bunun üstesinden gelmeye çalıştığımı söyleyebilirim.
Filmin ikinci yarısının başlaması ile birlikte bir risk aldığım muhakkak. Aslında senaryo aşamasında okuyan bazı kişiler de bunu söylüyorlardı bana, “Bu yapı riskli, sadece ilk bölümdeki hikayeden oluşan bir film yapsan daha iyi olabilir” diyenler çıkıyordu. Özellikle bir yönetmenin ilk filmi için riskli bulunuyordu. Benim ise tek kırmızı çizgim bu iki bölümlü yapıydı, onun dışında bütün fikirlere açıktım.
Senaryo yazım aşamasında da, kurgu aşamasında da şunu aklımda tuttum: Riskli bir şey yapıyoruz belki ama bu, izleyiciyi zorlayacağız anlamına gelmez. Tam tersine filmin bu “riskli” dediğimiz özelliği özgün, ilgi çekici, heyecanlandıran bir unsur da olabilir pek ala…
Gerçeklik algısını tersyüz eden akışı, birbiri içine geçen zaman algısı, hayal-rüya alemini birbiri içine geçirerek seyircinin zihnini uyuşturan yapısıyla film, böylelikle kendi evrenini de yaratıyor. Bu denli fazla değişkeni bir arada verip anlaşılma kaygısını da taşıdınız mı?
Ben açıkçası bir bulmacayı çözer gibi şifrelerin çözüldüğü, ağır alt metin okumalarının yapıldığı, sadece belli birikime sahip insanların bağ kurabileceği bir film yapmak hiçbir zaman istemem ve ön yargısız yaklaşacak bir izleyicinin de karmaşık okumalar yapmasına gerek kalmadan bu filmle bir ilişki kurabileceğini düşünüyorum.
Filmde fazla sayıda değişken var olabilir, buna bağlı olarak farklı okumalar, farklı yorumlar da yapılabilir, bu tip yorumları tabii ki merak ederim, duymak isterim ancak tekrar etmek isterim ki, bana göre, anlaşılması için özel çaba isteyen bir film değil bu. Dolayısıyla bahsettiğiniz gibi bir kaygı taşımadım.
Umut’un gördüğü bir rüya sahnesi ve filmin final sahnesi, bizlere Freud’un “Oedipus Kompleksi”nin de bir gönderme yapıyor. Filme bu yönüyle de bir okuma yapılabilir mi?
Evet, izleyenler çoğu zaman böyle bir okuma yapıyorlar, haklıdırlar da. Eskiden beri psikolojiye ve mitolojiye ilgi duymuşumdur, hikayenin iskeletinin oluşmasında bunların büyük bir etkisi olduğu muhakkak.
Filmi çok kısaca tanımlamamı isterseniz cevabım şu olur sanırım: “Babanın pek ortalarda olmadığı iki ayrı baba oğul hikâyesi… Ama Leyla hep orada…”
Filmin atmosferini yaratmada müziklerin payı da yadsınamaz bir gerçek. Müziklerin seçimi ve yaratılma süreci nasıl işledi?
Bu soruyu sorduğunuz için özellikle teşekkür ederim çünkü müziklerin filme çok şey kattığını, filmi bir seviye yükseğe taşıdığını düşünüyorum.
Tamer Temel çok eski bir arkadaşım. Yaklaşık yirmi yıl önce, ikimiz de İzmir’deki müzik piyasasında olduğumuz için tanışmış, hatta kısa bir süre beraber çalmıştık. Tamer bir caz müzisyeni, tenor ve soprano saksafon çalıyor ancak müzikal dağarcığını cazla sınırlamayan, çağdaş müziğe de büyük bir ilgisi olan, genel olarak müzikal algısı oldukça açık olan birisi ve ülkede en beğendiğim müzisyenlerin başında geliyor… Hal böyle olunca ben filmin müzikleri için hemen Tamer’e gittim tabi, o da sağ olsun inanılmaz bir özenle çalıştı, birçok versiyon yazdı, dinledik, tartıştık ve aylar süren bu sürecin sonunda Tamer besteleri oluşturdu. Sonrasında, sıra parçaların kaydedilmesine geldi. Kayıtlar da Tamer’in yönetiminde, sevgili Barış Diri’nin stüdyosunda, çok değerli müzisyenlerle kayda alındı, davulda Berke Özgümüş, piyanoda Ercüment Orkut ve vokalde Çağıl Kaya sağ olsunlar, katkılarını esirgemediler. Sevgili Emre Malikler de yine çok titiz bir çalışma ile parçaların mixini yaptı. Filmin orijinal film müziklerini içeren albüm de Ocak ayında A.K. Müzik’ten çıktı, tüm dijital platformlardan dinlenebiliyor.
İlerleyen süreç için üzerinde çalıştığınız başka uzun metrajınız var mı?
Evet, pandemi dönemini yazarak geçirmeye çalıştım, verimli de geçti açıkçası. Toplam üç tane proje yazdım. Umarım gelecekte bunları hayata geçirebilirim.