Harika bir potansiyele sahip konuların beyazperdede bir şekilde heba edilmiş halde sunulması her zaman üzmüştür. O yaratıcı fikrin oluşturduğu beklentinin ustalıklı bir anlatım dili ile işlenememesinin nedeninin ne ya da neler olduğuna dair tahminler, bir sonraki yapımlar için bir ders niteliği taşır anca. Olan olmuştur bir kere. Michelle Schumacher tarafından yönetilen ve ünlü oyuncu J K. Simmons’ın başrolünde yer aldığı Sonsuza Kadar Kaçamazsın, cinnet halini merkezine alan bir film. Wade adlı karakterin, ders verdiği sınıf ortamında girdiği sinir bunalımı neticesinde rastgele insanları öldürmeye başlaması ile birlikte bir süre sonra yolu, bunalımlı günler geçiren Isabelle ile kesişir. Wade ile Isabelle arasında yaşanan kovalamaca ile beraber filmin ana akışı şekillenmeye başlar.
Wade’in sinir bunalımına esas teşkil eden sağlam argümanlar bulunamıyor ve bir bilgisayar oyunu tadında devam eden cinayetlerin tetikleyici unsurlarına dair tatmin edilmez hisler doğuyor. İnsan doğasının neyi ne şekilde ve neden yaptığına dair bilinmezliklerine yapılan bir vurgu mudur, yoksa geçmişte yaşanan sarsıcı olaylar neticesinde ortaya çıkan bir öfke patlaması mıdır bilinmiyor. Filmin elle tutulur nedenlere sarılamayan akışında peşi sıra devam eden nedensiz bir şiddet sarmalı içerisinde buluyor izleyici kendisini. Wade’in kurbanlarını nasıl seçtiği, karşılaştığı bazı insanları neden öldürmediği havada kalan konular.
İntihar sebebiyle babasını kaybeden Isabelle’in bunalımlı yaşantısının filme derinlik katması beklenirken Wade’in psikopatlıkla örülü eylemlerinin yanında Isabelle’in kimliğinin ya da kişiliğinin dahi herhangi bir önemi bulunmuyor. Üvey babası ile olan ve sevgi ile anlayışa dayalı ilişkisinin ya da annesi ile hayata yeniden tutunma mücadelesinin Wade’in öyküsü içerisinde hiçbir yeri yok. Bu bağlamda yönetmenin alakasızlıklar ve tesadüfler üzerine bir akış oturtmaya çalıştığı fikri doğabilir. Fakat nedensellik ilkesini askıya alan bu fikrin belirgin şekilde etki edici bir şekilde temsil edilememiş olması, bu fikri de boşa çıkartıyor. Halbuki günümüzün tatmin duygusundan hızla uzaklaşan insan varlığının neden aramadan giriştiği eylemlerden ilerleyerek altlığı sağlam tutmak mümkün olabilirdi.
Genel akış içerisinde yaşanan olayların belirsizliğini lehe çevirecek bir finalle de karşılaşamıyor izleyici. Wade’in finale doğru sergilediği bir takım davranışların ne anlama geldiği de kestirilemiyor. Film sonrasında üzerine düşünülebilecek herhangi bir kavram ya da olay olmadığı için final anı ile beraber film süre olarak da anlam olarak da sona eriyor. İzleyicinin bir an genel çerçevede saklanan metaforik bir öğe olup olmadığını düşünme çabaları da karşılıksız kalıyor. Zaten Wade’in yüzündeki yara izi dışında bu anlama gelebilecek başka bir öğe de mevcut değil. Oyunculuklar genel olarak vasat düzeyde. Başrole hayat veren J. K. Simmons’ın dahi nedensiz eylemler içerisinde boşlukta salınan oyunculuk performansına diğer oyuncuların standart mevcudiyeti eşlik ediyor. Film müziklerinin ve kurgusunun da kayda değer hiçbir tesiri bulunmuyor.
Dijital platformların sürekli içerik üretmesine bağlı olarak kaçınılmaz şekilde karşı karşıya kalınan kalite kaybının sinema filmlerine sirayet etmiş olması, sinema adına kaygı dolu bir durum oluşturmakta. Karizmatik isim J. K. Simmons’ın şöhretine dayanmak dışında izleyicisine şaşırtıcı bir sinema evreni kurmakta bir hayli zorlanan filmin yönetmen açısından da bir sonraki film ya da filmlerine dair ciddi bir beklenti oluşması pek mümkün olmuyor. Filmin bir akraba işbirliği olarak vücuda gelmiş olmasını da dikkate almak gerekiyor.