Söz Kısa Filmcilerde röportaj serisinde festivallerde beğenilen ve ödüller alan filmleri ve yönetmenlerini hep birlikte tanımaya devam ediyoruz. Beşincisini bugün okuyacağınız serinin yeni röportajı yine bir ödüllü film ve yönetmenini sizlerle tanıştıracak. Bu hafta ise bizleri siyah beyaz yapısıyla farklı bir anlatı sunan kısa film ve yönetmeni selamlayacak. Yepyeni bir röportajda yönetmeniyle birlikte üzerine konuşacağımız kısa film, bir konteyner parkında gece bekçisi olan Mevlüt’ün her akşam tekrarlanan bir gizemli otobüs ziyaretiyle değişen hayatını odağına alan Tapınak olacak.
Bu haftanın röportajında daha yakından tanıyacağımız isimse 8. Boğaziçi Film Festivali’nin Ulusal Kısa Kurmaca Film Yarışması’nda En İyi Kısa Film ödülüne uzanan Tapınak filminin yönetmeni ve aynı zamanda senaristi olan Murat Uğurlu olacak.
Herkese keyifli ve ilham veren okumalar.
Film hakkında konuşmadan önce ilk olarak sizi tanıyalım. Kimdir Murat Uğurlu?
1987 Ankara doğumluyum. Ankara Üniversitesi İletişim Fakültesi’ni bitirdikten sonra Polonya’ya film yönetmenliği okumaya gittim. Türkiye’ye döndükten sonra hemen herkesin yaptığı gibi İstanbul’a yerleştim. İlk zamanlar İstanbul’dan pek hoşlandığımı söyleyemem ama gitgide alışıyorum sanırım.
Filmin yazım, hazırlık, çekim ve post prodüksiyon süreci ne kadar sürede tamamlandı?
Tapınak’ın çıkış noktası Josef Koudelka’nın Exiles sergisindeki siyah beyaz bir fotoğraftır. Fotoğrafı 22-23 yaşlarında görmüştüm, o günden beri aklımın bir köşesinde durur. Senaryo, ön hazırlık vs. doğrusu çok uzun zaman almadı, post-prodüksiyon süreci de öyle. T.C. Kültür ve Turizm Bakanlığı’ndan destek alınca zaman kaybetmeden ilerleyelim istedik. Bu noktada yapımcı dostlarım Asena Bulduk ile Büke Akşehirli’nin ve prodüksiyon tasarımcısı dostum Billur Turan’ın varlığı işimi çok kolaylaştırdı. Bütün huysuzluklarıma, aksiliklerime sabırla katlandılar. Hemen her filmimde tecrübelerini ve neşesini cömertçe bizimle paylaşan ışık şefimiz Şenol Toz’a, montaj masasında yaptığımız uzun sohbetlerle bana gerçek bir yol arkadaşlığının değerini hatırlatan tanıdığım en yetenekli kurgucu Adil Yanık’a ve aslen çok iyi bir colorist olan ama bu film özelinde sağ olsun VFX, altyazı, DCP vs. ne kadar “pis iş” varsa onca yoğunluğunun arasında büyük bir özveriyle gerçekleştiren Buğra Balcı’ya özellikle teşekkür etmek isterim. Sonuçta burada isimlerini tek tek anamayacağım bir grup şahane insanın çabasıyla filmi 4-5 aylık bir sürede sorunsuz tamamlayabildik.
Film hiç kuşku yok ki ilk olarak teknik yönleriyle dikkat çekiyor. Filmi siyah beyaz ve 4:3 formatında çekmenizin özel bir nedeni var mı?
Filmin geçtiği zamanı flulaştırmak için siyah beyaz estetiğini tercih ettim. Günümüzde, gelecekte ya da 30 yıl öncesinde de geçebilecek bir hikâye gibi algılansın istedim. 4:3 tercihine gelince… Geceleri kutu gibi bir konteynerde tek başına nöbet tutan Mevlüt isminde bir ana karakter var filmde. Onu psikolojik olarak “sıkıştırmanın”, “darda bırakmanın” hikayeyle ve atmosferle örtüşeceğini düşündüm.
Filmde Mevlüt karakteri üzerinden otorite kavramına dair pek çok sahne izliyoruz. Mevlüt’ün çevresindekilere karşı otoritesini kabul ettirme davranışının temelinde ne yatıyor?
İnsan ve hayvan doğasında bu dürtü var sanıyorum. “Öteki” ile karşılaşıldığında duyulan korku, zayıflık, kaygı vs. Mevlüt de toplumsal hayatta görünmeyen, ezilen, altta olan bir işçi fakat çalıştığı konteyner parkında mikro bir iktidar alanı var. Küçücük konteyner parkına atanmış bir gece bekçisi olarak o toprak parçası üstündeki sınırlı otoritesini herkese, her an, abartarak göstererek aslında kendi aşağılık kompleksini bastırmaya çalışıyor olabilir. Theodor W. Adorno’nun Otoriteryen Kişilik Üstüne isimli bir kitabı vardır, meraklısına tavsiye ederim. Kısaca özetlemek gerekirse gücü, mutlak güçsüzlükle bir arada düşünmeyi öneriyor Adorno. Bizim filmde de aynı şekilde Mevlüt’ün gücünü, mutlak güçsüzlüğüyle beraber düşünebiliriz.
Normal bir seyre sahip hikayenin akışı yabancı turist dolu otobüsünün devreye girmesiyle bir anda gizem ve absürt dolu bir noktaya savruluyor. Filmdeki bu ani değişim arasındaki dengeyi nasıl kurdunuz?
Kurabildiysek film büyük oranda amacına ulaşmış demektir, umarım kurabilmişizdir. Çünkü üstüne en çok düşündüğümüz, konuştuğumuz sahne turistlerle dolu otobüsün geliş sahnesiydi. Sizin de bahsettiğiniz gibi o andan itibaren filmin tonu da, Mevlüt’ün hisleri de dramatik bir şekilde değişiyor, karanlığa savruluyor. Savruluyor diyorum çünkü bu “savrulma” bir tür kontrolsüzlük olarak algılanabilir ama savrulma halini doğru yönetebilen cesur filmler (bir nevi güvenli otoyoldan değil uçurumun kenarındaki patikadan ilerleyen filmler) tabii bu yolculuktan sağ salim çıkmayı başarabilirlerse bana büyük keyif veriyorlar. Ben de biraz risk almayı, güvenli kısa film şablonlarının dışında bir şeyler denemeyi tercih ettim.
Filmdeki sürpriz ziyaretin nedenine baktığımızda filmin kesişim kümelerinden birinin de “din”i kapsadığını görüyoruz. Bilindiği üzere din, toplumlar açısından son derece hassas bir konu. Bu noktada senaryonun yazım sürecinde dikkat ettiğiniz ve kendinize otosansür uyguladığınız noktalar oldu mu?
Senaryoyu yazarken, sonrasında sette ve montajda bilinçli bir otosansür uygulamadım ama sanıyorum otosansürün en büyük sinsiliği de bilinçsiz yapılıyor oluşu. Umarım öyle bir tuzağa düşmemişimdir.
Özellikle son yıllarda insanların uzun süre bir şeylere odaklanıp izleme tahammülü daha düşük seviyelerde. Bu noktada kısa filmler de eskiye nazaran daha çok ilgi görüyor. Bu durum hakkında düşünceleriniz neler?
Haklı olabilirsiniz, doğrusu benim bu konuda kafam biraz karışık. Seyircinin ilgisi bir filmin kâğıt üstündeki süresiyle mi ilgilidir yoksa iç ritmiyle mi? Ya da şöyle demek lazım belki de… 20 dakikalık bir filmin izleyiciden talep ettiği dikkat ve özen, bazen 120 dakikalık bir uzun metrajdan daha yoğun olabilir. Ama o kısa film talep ettiği dikkati ve özeni doğru bir iç ritimle buluşturamazsa hissedilen süre 20 dakika değil 50-60 dakika olabilir. Doğal olarak seyirci de telefonlarıyla oynamaya, sağa sola bakmaya başlar. Tersi de mümkün tabii… Kâğıt üstünde 120 dakika olan bir filmin iç ritmi o kadar doğrudur ki, hissedilen uzunluk çok daha kısadır. Uzun lafın kısası… Herkesin video ve içerik ürettiği bir çağda teknoloji şirketlerinin, sosyal mecraların, veri depolama mafyalarının “kısa format en ideali” mottosunu baş tacı etmelerini anlıyorum anlamasına ama kendi filmlerimi yaparken süre ya da “moda şimdi bu” baskısı hissetmeden benim için esas olan o iç ritme dikkat ediyorum.
2008 yılından bu yana kısa filmler çekiyorsunuz. Her filminizde bir sonraki projenizde kullanacağınız hangi tecrübeler ediniyorsunuz?
Beceremediğim her sahneden, abartılı ve yersiz kullandığım ışıklardan ve kamera hareketlerinden, kötü ekip tercihlerinden, yanlış yönlendirdiğim oyunculuklardan, film teorisinin ve set pratiğinin çatıştığı her andan çok şey öğrendim. Şuna eminim… Üslup denen şey başarısızlıkların toplamıyla oluşuyor.
Kısa film çekmek isteyen genç yönetmenlere neler önerirsiniz?
Bu soruya klişe bir şey yanıt vermek istemem. Zaten iyi bir yönetmen ve iyi bir sanatçı olma potansiyeli taşıyanlar, birilerinin tavsiyelerini dinlemek yerine burunlarının dikine gideceklerdir.
Dünya sinemasına baktığımızda kısa filmlere uzun metraj filmler kadar değer verildiğini görüyoruz. Nitekim Safdie Kardeşler, Luca Guadagnino, Yorgos Lanthimos, David Lynch ve Pedro Almodóvar gibi usta isimler kısa filmler de üretiyorlar. Bizim sinemamızda ise kısa filmlere daha çok uzun metraj çekmeden önce bir sıçrama tahtası olarak bakılıyor fakat son yıllarda bu durum değişmekte. Sizin bu konudaki düşünceleriniz neler?
Kısa film hem maliyeti hem de yapım süresi açısından uzun metrajdan daha az külfetli bir üretim. Kendi payıma fırsat buldukça ve istek duydukça yapmak isterim. Bizim sinemamıza değindiğiniz için de kısaca şunu söyleyebilirim: Son zamanlarda festivallerde izlediğim kısa filmlerin çok azı cesur, şahsiyetli… Prodüksiyon kalitesi geçtiğimiz 10 yıla nazaran oldukça yüksek ama içerik ve biçim olarak birbirinin kopyası kes-yapıştır işler. Bir furyanın peşine takılıp başları okşansın, politik doğruculuk rüzgarıyla yelkenleri dolsun istiyorlar herhalde. Söz gelimi geçenlerde MUBİ’de Jonathan Glazer ve Paul Thomas Anderson’ın kısa filmlerini izledim. Kariyerlerini ve unvanlarını hiç umursamayan, risk alan, gündelik politikadan ve gazeteci reflekslerinden uzak, yeni şeyler deneyen, sinemanın imkanlarını esneten saf yönetmenler. Lanthimos da keza öyle, kendini taklit etse kimsenin itiraz edemeyeceği bir yönetmen ama o bile her projesinde farklı bir şeyler deniyor, kendisine bile benzemeye tahammülü yok gibi. Sanıyorum son zamanlarda kısa filmin o şahsiyetli, cesur tarafı beni daha çok cezbetmeye başladı.
Son olarak üzerinde çalıştığınız başka kısa veya uzun metraj projeleriniz varsa ufak tüyolar alabilir miyiz?
Bugünlerde ilk uzun metraj filmim Hak Edilmiş Bir Öpücük üzerinde çalışıyorum. Ankara’da ve ODTÜ’de geçen, birbirinden farklı altı insan hakkında parçalı bir karakter draması diyebiliriz. Umarım fon ve bütçe arayışları bizi fazla üzmez, filmi birkaç sene içinde tamamlarız.