Çay ya da Elektrik ( Le Thé ou l’électricité) yönetmenliğini Jerôme le Maire’nin yaptığı Fas’ın Atlas Dağları’nda geçen bir belgesel film(2012,Belçika). Maire, filmini çekebilmek için Müslüman Ifri halkıyla üç yıl gibi uzun bir süre geçirir. Yönetmenin neden böyle bir yol seçtiğini ise, köylülerin onun yanında çekinmeden konuşmaları, günlük rutinlerini gerçekleştirmelerinden anlarız. Katılımcı bir araştırmacı hatta antropolog gibi yaşamayı tercih eden yönetmenin kullandığı “doğal” çekim ve teknikler kullanarak seyirci için tecrübe edilebilir bir zemin açar. Zaman zaman Maire’in de sorularla dâhil olduğu belgeselde, izleyici dışında bir gözlemcinin varlığı, manipüle edici bir yol izlemediği için, seyirciyi rahatsız etmez. Belgeselin ismi ise süregelmiş bir geleneğin değişimiyle uyum taşır. Çayın ve elektriğin modern zamanda nasıl bir konuma denk geldiğini, Fas’ın kendi içinde nasıl bir tezatlık barındırdığını yorumlamak biz “ iz-leyi-ci” lere kalır.
Zirvede Yaşayanlar
Fas’ın dağların üstünde kurulmuş bu küçük köyünde insanlar kent merkezinden oldukça uzak yaşarlar. Tarım için uygun toprakları olmadığından, geçimlerini hayvancılıkla sağlarlar. En büyük sorunlarından biri hastalarını kolaylıkla hastaneye ulaştıracak yolların yapılmasıdır. Şimdiye dek pek çok hastaneye ulaştırılıp, tedavi olamadığı için hayatını yitirmiştir. Maire, belgeselin temel meselesi olan elektrikten evvel, bahsedildiği gibi köylünün günlük yaşantısındaki temel meseleleri ve topluluğun ritüellerini detaylı biçimde gösterir. Böylece Ifri halkının ibadet etme biçimlerine, cenazelerini nasıl defnettiklerine ve nasıl şartlarda çalıştıklarına şahit oluruz. Bunları gösterme biçimindeki tavrı, “ajite” bir duygu yaratmaz ancak moderne olan algılarımızı ve toplum olarak geçmişte yaşadığımız tecrübeleri sorgulatır.
Gece ve gündüz eşliğinde, geniş planlarda verilen dağlarla, buranın hem olabildiğine geniş ve eşsiz hem de zorluklarla dolu olduğunu görmek mümkündür. Yüksek ve karlı dağlarda evlerine su çeken küçük kızların mücadelesi, durgun, sıcak topraklarla tezat oluşturur. Yaz –kış demeden her şartta yaşam mücadelesi sürmektedir. Her gün hayvanların güdülmesi, eve bir parça yiyecek girmesi, büyük küçük herkesin üstüne düşeni yapması gerektirir.
Serbest zamanlarda çocukların oyuncakları köydeki toprak aletleridir. Bazı çocuklar ise oynamak yerine küçük bir anne gibi sırtlarında bebeklerle çalışırlar. Köyde hayvanı olanlar, çobanlık yaparak geniş dağlarda sürülerini yayarken, olmayanlar geçim sağlamak için diğer köy sakinlerine yardım ederler. Bu küçük alanda dahi iki farklı yaşamı izleriz: varlığı olanlar ve daha fazla mücadele edenler.
Hep birlikte namaz kılan, ateş başı sohbetlerinde buluşan köylülerin ortak dertleri dışında, bir de aile ocağındaki dertleri vardır. Mesela, diğerlerine göre daha yakından temas edilen bir köylünün maddi durumu epey kötüdür. Köye gelen elektrikçiler, köydeki herkesi oldukça külfetli olan sürece teşvik eder. Bu da fakir adamı, elektrik isteyen ailesi karşısında iyice zora sokacaktır. Tesisatçı parasını alamayacağını anlayınca, adamın ısrarlarına rağmen işini yarım bırakır gider. Bu sefer çaresiz kalan köylü, çekici eline alıp duvarları kırmaya kendisi davranır. Tek zorluk çeken o değildir. Diğer dağ sakinleri de, “aydınlanmak” için ineklerinden, geçim kaynaklarından vazgeçmek zorunda kalacaklardır. Çünkü devletin, memurlarınca istediği abonelik parası, ampul parası ve aylık kontör köyün şartlarında oldukça pahalıdır. Ancak bir kere ikna edildikten sonra, geri dönüşü olmayan bir yola çoktan girilmiştir. Ifri sakinleri birer birer değişim sürecine girecek ve her ay düzenli borç ödemeye alışacaktır.
Yol Getir Yabancı
Köylülerin daha en baştan istedikleri kendilerine kolaylık sağlayacak bir yol yapılmasıdır. Bu yüzden şehirden gelen görevlilerle karşılaştıkları anda yol yapımını sorarlar. Ancak gelenler yol değil, elektrik için buradadırlar. Oysa Ifrililer, memurların onlara vadettiği türde büyük ilerlemeleri değil, son derece insani bir ihtiyaç için, onları gerektiğinde şehre bağlayacak bir yol için bekler. Defalarca benzer süreçler yaşayan köy artık boş vaat istemez. Fakat oranın insanı olmaktan gelen bir içtenlikle, gelenlere yardımlarını da esirgemez. Bu noktada yönetmenin iki tarafı da olumsuzlamayan, köylüyü aşağı bir konuma koymayan anlatım biçimi seyircinin yaşanan tecrübeye kolaylıkla dâhil olmasını sağlar.
Şehirden gelen memurlar, sadece görevlerini yapmak isteyen kişilerdir. Köylülerin yaşamlarından uzaktırlar. Ifri’ye gidiş yollarında karşılaştıkları Pazar yerindeki “burası başka bir şehir” sözü ise “yabancılıklarını” vurgulamaya yeterlidir. Ancak bu köylüyü ikna etmelerine engel olmaz. “Elektriğe ihtiyacım yok” diyen her bir ev yavaş yavaş, dirhemle satılan ampullerle, elektrik borularıyla ışımaya başlar. Bu noktada köydekilerin kendi iradelerini çizemediklerine şahit oluruz. Onlar durduramadıkları süreç için hayvanlarını satmak, borçlanmak zorunda kalacaktır. Sadece tesisat parası değil, şehre gidip, sık kullanmadıkları nüfus belgeleriyle yüzlerce dirhem ödeyecek ve her ay dolduracakları elektrik kontörü için ayrıca para vereceklerdir. Çünkü artık uzak dağ köyünde yaşayan, şehirden bağımsız insanlar değil, yükümlülükleri olan “abone”lerdir. Bir köylünün ifade ettiği gibi, suyun nereye akacağını bilirler ancak bırakılan bir yılan gibi bu durumun nereye gideceğini tahmin edemezler. Devamı da gelecek olan gelişmelerin onları, modern hayatın hangi noktasından yakalayacağı, nelere dâhil edip, nelerden mahrum edeceği belirsizdir.
Bayındır ve Çaysız Hayat
Filmin başından itibaren gördüğümüz, çayın ve çayla gelen sohbet etmenin günlük yaşamdaki önemi olur. Aileyle, misafirle, komşularla çay içilirken, dertler serilir, tartışılır. Büyükler, küçüklere aynı çemberin etrafında okumayı gösterir. Çocuklar, konuştukları berberice değil, şehrin “medeni” dili Fransızcayı öğrenmeye çalışır. Maire’in taraflar arası diyalektik bir anlatımı seçmediği gibi, buradaki bakışı da anlamlıdır. İzleyiciyi duruma şahit eder. Yorum yapamasa da, süreci kontrol edemese de bir yerlerde yaşanmakta olan bir kesitin şahitliğidir bu. Çay içmenin anlamı, ortak bir yerde sık sık toplanmaların ve sohbetlerin anlamı gitgide değişecektir. Televizyonun gelişi ise bu “ilerleme” eylemlerine ek bir boyutu getirecektir: arzu ve tüketim. Çocukların televizyonu, elektriği izlediklerinden daha büyük şaşkınlıkla izlemeleri “dramatize” bir etki yaratırken, bir bebeğin bile marka seçtiği ya da iştah açan yiyecek reklamlarının küçük zihinlerdeki karşılığı soru işaretidir. Bu sahneler seyirciyi geleceğe dair çok da “aydınlık” olmayan tahayyüllerle baş başa bırakır. Akılda şu iki soru kalır: Bayındırlaşmak nedir? Çay mı elektrik mi?