Kendi döneminde arzu edilen ilgiyi göremeyen, lakin uğraşı alanında varlığını feda edecek ölçüde tutkuya sahip tarihi kişilerin pek çoğu gelecek kuşaklarca daha iyi anlaşılacaklarını iddia etmişlerdir. Ki bu öngörüleri gerçekleşmiştir de. Çoğunlukla, sahip oldukları hassas yapıları, etraflarındaki sahte dünyaya karşı iyiden iyiye içe kapanma dürtüsünü kamçıladıkça, büyük bir dışlanmışlık hissi, beraberinde dışa kapalı bir yüksek konsantrasyonu da getirmiştir. Modern sanatın ve ekspresyonizmin öncülerinden sayılan Hollandalı ressam Vincent Van Gogh’un 37 yıllık kısa ama harika detaylarla örülü yaşamının son anlarına ışık tutan “Van Gogh: Sonsuzluğun Kapısında” (At Eternity’s Gate) adlı film Julian Schnabel imzasını taşıyor.
Van Gogh’un, kendinden geçme eşiğine ulaşmış olduğu zaman diliminde başlayan film, hayal ve gerçeğin birbirine geçişi ile birlikte Arles kasabasının sonsuzluğa uzanan doğa renklerinin, insan varlığının yerine ağır ağır ikame edilişi ile birlikte Van Gogh’la birlikte dış dünyadan kopuyor. Kendi hakikat arayışı içerisinde çoluk çocuk herkesin alay ettiği bir kişilik haline gelirken durumunu Hz. İsa ile özdeşleştiriyor. Fakat akıl hastanesindeki rahip dahi kendisine inanmıyor. Yüksek idealler peşinde koşan insanların doğal yalnızlığını iliklerine kadar hisseden Van Gogh, kardeşi Theo’ya maddi bir yük olmanın ızdırabın yaşıyor olsa da, yegane dostu ressam Gauguin’in sosyal yaşama duyduğu ilgi ve nihayetinde Van Gogh’u içe kapanık hayatında tek başına bırakması, malum akıbetin yoluna son taşı döşüyor. Bir taraf, hayata tutunmak için kabul görmeyi, şehrin cazibesini ve yüksek tandanslı övgüleri seçerken, diğer taraf yani Van Gogh, idealleri için dışlanmayı dahi önemsemiyor.
Kameranın filmdeki konumu bir yönetmen tarzından ziyade ünlü ressamın gözünden hayatı aktarma kaygısı ile şekillenmekte. Haliyle, resimlerin vücuda geliş anının öncesinde ressamın ruh haline odaklanma fırsatı buluyor izleyici. Hayatının aşkını bulamayan ressamın tüm varlığını tutkularının hizmetine sunma sürecinin etkileyiciliği, ressamın kendi zihninden çıkan cümlelerin film içinde anbean belirmesi ile taçlanıyor. Baştan sona hüznün egemenliğinde akıp giden hayat kesiti, çağlar ötesine seslenme formülünün acılı tarifini veriyor. Hislerinin yoğun dalgaları, doğanın içerisinde var olan neredeyse her şeyi resmetmesini salık veriyor ressama. Abartılı çizgileri için gelen eleştirileri, duygu iklimine nüfus edilememesine yoruyor.
İntihar mı yoksa kasten öldürülme ile mi hayata veda ettiğine dair polemik hala devam ediyor olsa da, filmin final anı olayın nasıl gerçekleştiğinin ötesinde Van Gogh’un adanmışlığa dayalı son cümlelerinin özüne doğrultuyor kamerayı. Dünya ile vedalaşması, aslında gelecek kuşağa “merhaba” deyişi ile özdeş.
Filmin en güçlü bileşeni elbette Willem Dafoe. Farklı roller ile kariyerini zenginleştirmeyi başaran oyuncu, performansının zirvelerine yükseliyor. Dafoe’nun ilerleyen yaşına rağmen, 30’larının sonundaki ressamın hayat yorgunluğunu, gençlik iksiri tadındaki tutkuları ile yoğuruşuna ağızlarda ekşi tat bırakmadan tanıklık ediyor izleyici. Doğayı Van Gogh’un gözünden resmetme konusunda harika bir görüntü yönetimine sahip olan filmde yönetmen, ressamın gözlerinden dünyayı gözlemleme konusunda sadece bir aracı gibi.
Masal tadında bir zihnin, katı realitelerle örülü bir ortamdaki sarsıntılı fakat bir o kadar da naif yolculuğunu aktaran film, izleyicilerine görsel bir şölen vaat ediyor. Ressamın şu sözleri, etrafından ümidi kesmiş ve varlığını misyona dayandıran bir zihinden kopup gelen çığlık gibi: “Belki de Tanrı beni henüz doğmamış insanlar için ressam yapmıştır.”