Biraz acımasız olabilir. Fakat Terminator serisini genel olarak ikiye ayırabiliriz: İlk iki film ve diğerleri. 1984 tarihli Terminator, iç içe yaşamaya başladığımız makinelerin, insanlık üzerinde kurmaya başladığı tahakkümü, Arnold Schwarzenegger’in devasa görüntüsü de eklendiğinde büyük bir çarpıcılıkla aktarmıştı beyazperdeye. Şok edici yanı, filmin karanlık atmosferi içerisinde kurgu ile gerçeği ayırt etmede yaşanılan güçlüktü. Asıl patlama ise 1991 yılında çekilen ikinci filmde yaşandı. İlk filminde yönetmeni olan James Cameron, filme özel olarak çalıştığı mühendislere yaptırdığı tasarımlarla, o dönemde var olmayan bir teknolojiyi sinemaya kazandırmak gibi bir misyonu da yüklendi. Sıvı metalin yaşattığı dehşeti ve eski model T-800’ün direniş mücadelesini ağzımız açık bir halde izledik. Özel kanalların yaygınlaşmaya başladığı bir dönemde ekrana gelen ve izleyiciden adeta bir futbol maçı ilgisi gören ikinci filmden tam 12 yıl sonra çekilen üçüncü film ne yazık ki aynı etkiyi oluşturamadı. İzleyicinin nostaljik bir hatırla ilgi gösterdiği yapım, serinin yenilikçi diline ters düşerek sıradan bir bilim kurgu olarak tarihteki yerini aldı. Terminator Salvation ise her şeyden önce, Arnold Schwarzenegger’in yokluğu nedeniyle seriye dahi alınmadı pek çok izleyici tarafından. Zaten aksiyonel başarısı haricinde yeni bir söylemi de yoktu.
Bu kısa özetten sonra gelelim Terminator: Genisys adlı beşinci filme. Açık konuşalım. Bizi şaşırtan ilk iki filmin yanında seriye sıradan bir halka daha eklenmiş. Fakat teknik emeği de görmezden gelmek doğru olmaz. Baştan sona ayakta kalmayı başaran bir ritmi var filmin. Aksiyonel tasarım sırıtmıyor. 1984 yılındaki T-800 ile artık yaşlanmış olan muadili arasındaki mücadelede donup kalıyorsunuz. Sıvı metalin geçmişteki çevikliği aynı ölçüde yansıtılmış. Filmin teknolojik gücü bir hayli yüksek.
Geçmişe dair yolculukta, paralel bir kurgunun varlığını görüyoruz. Tüm bildiklerimizi unutmaya çağıran bu kurgunun kıydığı esas isim, başkahramanımız John Connor. Misyonunu belli bir noktadan sonra annesi Sarah Connor ve Kyle Reese’e devretmiş olması, uzatılan bir serinin çıkış arama çabasından başka bir şey değil ne yazık ki. Serinin fanatikleri için kabullenilebilecek bir sapma değil bu. Ayrıca geri dönüşlerin sadece ilk iki filme yapılmış olması da dikkat çekici.
Skynet’in yerine ikmal edilen Genisys üzerinden verilen sosyal medya bağımlılığına yönelik mesaj yerli yerine oturuyor. Ne yaptığının farkında olmayıp gelecekteki büyük yıkımı kendi elleriyle inşa eden insanoğlunun duyarsızlığı başarıyla yansıtılmış. Aslında bu damardan ilerlenip daha farklı derinliğe sahip bir film kurgulanabilirdi. Fakat açılış jeneriğinden kapanışa kadar, tipik Hollywood kalıplarına mahkum olma arzusu, çok şeyin önünü tıkamış halde.
Gelelim karakter analizine. Sarah Connor yine her zamanki gibi güçlü bir kişilik. Bununla birlikte Linda Hamilton’un etki gücünün yanında, Emilia Clarke’nin çelimsiz haline adapte olmak zaman alıyor. Asıl sürprizi ise Kyle Reese yapıyor. John Connor’un sadece fiziksel babası olmak gibi pasif bir görevden çıkıyor. Artık kahramanlık tahtından uzaklaştırılan John Connor, Jason Clarke’ın ters köşe eden oyunculuğu ile kısa sürede algılarımızı değiştirebilme gücüne sahip. J.K. Simmons’ın neden kısıtlı ve etkisiz bir role sahip olduğunu çözebilmek mümkün değil. Peki ya Arnold? Tabi ki bildiğimiz Arnold. Sadece biraz daha evcilleştirilmiş ve metalik tonundan uzaklaştırılmış. Gereksizce uzatılan sempatik tavırlarına alışmak ise kolay değil.
Bir devam filmi daha gelir mi? Kapılar ardına kadar açık ve bu hikâye uzar gider. Fakat yeni bir klasik çıkar mı? İşte orası büyük bir muamma. James Cameron gibi devrimci bir yönetmenin ellerine düşmeden bu iş oldukça zor. Bu noktada şimdilik bize düşen, anlık keyiflerle yetinip, “nerede o 1984 ve 1991 ruhu” demek.