Jonathan Teplitzky’nin yönetmenliğini yaptığı The Railway Man (Geçmişin İzleri, 2013) yaşanmış olaylara sırtını dayayarak derdini anlatmaya çalışan bir yapım.
Film, 2. Dünya Savaşı sırasında ülkesinden uzaklarda Singapur’da Japonlar tarafından esir edilen ve çeşitli işkenceler gören Eric Lomax’ın (Colin Firth) savaş sonrası yaşadığı travmayla mücadelesini ve geçmişiyle hesaplaşmasını anlatmaya soyunan bir dram. Aynı zamanda filmin Eric Lomax’ın gerçek hayat hikâyesinden uyarlandığını da not düşmekte fayda var. İçinde dram unsurlarını yoğunluklu bir şekilde barındıran, yaşanmış olayların bir kurmaca yapıma aktarılma/evrilme çabası özellikle gerçekliğin beyazperdeye yansıtılma tercihleriyle/duygu yoğunluğuyla daha da çetrefil hale gelen oyuncaklı bir durumdur. The Railway Man ise aşağıda ayrıntılarıyla ele almaya çalışacağımız üzere duygusunu seyirciye aktarmaya çabalarken senaryo, biçim ve oyunculuk tercihleriyle hangi dala elini atsa başarısız olmaktan kurtulamıyor.
Yönetmen Teplitzky, Lomax’ı hikâyenin merkezine yerleştirirken diğer tüm yan karakterleri yardımcı konumuna oturtuyor. Lomax’ın geçmişinin peşini bırakmayan travmatik hayaleti hikâyenin derinliklerine ne kadar sinmişse, tren ve demiryolu tutkusu da sahici bir biçimde eşlik ediyor ana karakterimizin dünyasına. Seyirci, Lomax’ın tutkusunu ne denli gerçekçi biçimde hissedebiliyorsa, yaşadığı drama da, karakterin kanlı canlı yaratımına da yönetmenin biçim-senaryo tercihleri nedeniyle o denli yabancı kalıyor.
Öncelikle Lomax’ın geçmişte yaşadığı ve kendisini hiçbir an yalnız bırakmayan dramatik anılarının filmde gösterildiği kadarıyla yeterince vurucu hatta sert olmadığı iddia edilebilir. Lomax’ı diğer askerlerden ayıran çok başat davranışsal özellikler göremediğimiz için, tepkisinin büyüklüğünü duygusal yapısıyla açıklamanın dışında bir düşünce de geliştiremiyoruz. Ayrıca travmasının günlük hayatının mutlu ve önemli olduğu anlarda karşısına çıktığı kurgusal numaralar ve geçmiş-bugün bağlantısı kuran geçişler gayet başarılı ve işlevsel kullanılmış. Fakat sır perdesi aralanıp geçmişe döndüğümüzde ortaya daha dramatik olayların dökülmesi beklentisi yaratılan seyircinin hayal kırıklığına uğraması da kaçınılmaz oluyor.
Filmde yan karakter olarak çok kritik bir konumda bulunan Lomax’ın eşi Patti’nin (Nicole Kidman) ele alınışı ise filmin en zayıf karınlarından birisi olmakta. Lomax’ın geçmişiyle yüzleşmesi için Stellan Skarsgard tarafından canlandırılan Lomax’ın asker arkadaşı Finlay ile beraber en fazla çaba ortaya koyan Patti ile Lomax’ın ilişkileri ilk tanıştıkları andan itibaren oldukça yapay bir seviyede seyrediyor. Lomax’ın tutkusu olan trende tanışan çiftimizin tanışmaları sonrasında evliliklerinde soluğu alıyoruz. Böylesi uzun zaman atlamalı bir kurgu tercihi sonrasında ana karakterin dönüşümünde kritik bir rol üstlenecek eşin çabası da seyircide inandırıcılık ve gerçeklik hissiyatı uyandıramıyor. Aynı şekilde ilişkilerinin neredeyse her planını cehenneme dönüştüren travmanın varlığı karşısında Patti’nin kaygılı, cansiperane mücadelesinin alt metnindeki âşık, fedakâr eş imgesi de askıda kalıyor. Bir de üstüne Nicole Kidman’ın botokstan patlamak üzere olan yüzündeki ve gözlerindeki filme inanmayan görüntüsü, kendisinin filmin popülerlik katsayısının yükselmesi için filme dâhil edildiği hissi uyandırıyor. Colin Firth ise karakterindeki sığ işlenişin kurbanı olurcasına, duygudan arındırılmış, statik bir oyunculuk sergilemekten kurtulamıyor.
Yönetmenin görsel olarak demiryollarının sonsuzluk ve yalnızlık hissi yaratacak doğasını ara ara karakterin dramına zemin olarak yerleştirirken, filmin İngiltere’de geçen bölümlerinde karakterin ruh haline tercüman olabilecek puslu havasını, uçsuz bucaksız doğal atmosferini çok verimli kullandığı söylenemez. Buna karşılık filmin savaş kamplarında başarılı bir sinematografiyle dönem atmosferini en azından görsel manada yansıtabildiği iddia edilebilir. Fakat yönetmenin hikâyeyi oldukça hantal ve ritimsiz bir anlatımla sinemalaştırmasına, seyircinin Lomax’ın ruhsal dünyasının kapılarından girebilmesinin farklı yollarla zenginleştirilememesi hatta çoğu zaman seyirciyle/arkadaşlarıyla/eşiyle arasına mesafe koyan konumlandırılışı da eklenince, kendini ağırdan satan ama o ağırlığını hikâyeyi zenginleştirecek doğru sinemaya dönüştüremeyen bir yapım çıkıyor karşımıza.
Finale doğru hesaplaşma sürecinin yanında düşman olarak kodlanan tarafın vicdani sorgulamaları da devreye giriyor. Zaten filmin sonunda birbiriyle helalleştikten sonra hayatları boyunca dost olarak kalan Lomax ve tercüman Nagase’nin birlikte olduğu fotoğraflarının tarihe imzasını atan somut gerçekliği, başarısız bir kurmaca yapının duyguyu aktarma anlamındaki yetersizlik nedenlerini daha iyi hissetmemize de yardımcı oluyor. Filmin en azından suç kavramının sınırları ve içeriği üzerine düşünmemizi sağlayan çatışma denklemini doğru kurmaya çalıştığını söyleyebiliriz. Suça dâhil olmanın fiziki eyleme dâhil olmaksızın psikolojik faktörlerin/baskının dışında tanık olma/hiç müdahil olmama tavrının dahi suçun kapsama alanına girdiğinin bizzat göstergesi oluyor. Travmanın her anına sızdığı bir hayat nasıl ki karabasanlarla doluysa; vicdan azabının ve suçluluk psikolojisinin de bir hayalet misali kişinin hayatına musallat olduğunun altı kalın çizgilerle imleniyor. Nagase’nin savaş sonrasında mesleğini icra ettiği savaş müzesi dahi vicdan yükünün ancak hesaplaşma süreciyle temizlenebileceğini, mekânın belleği ile kişinin belleğinin hep bir hatırlama/hesaplaşma/temize çekme/arınma aşamasından geçerek nefes alabileceğini hatırlatıyor izleyiciye. Hatta Lomax’ın hayatı boyunca kaçak dövüşen kabuğuna çekilişinden çok daha zor bir işe soyunuyor Nagase; geçmişini yıkaya yıkaya, başkalarına savaşın anlamsızlığını anlata anlata ve hep hatırlayıp pişmanlık duyarak çetin bir savaşın içinde mücadele ediyor. Filmde Lomax-Nagase çatışmasından dolayı göz ardı edilmesi muhtemel Finlay de ayrı parantez açılması gereken bir karakter. Savaşın etkilerini Lomax gibi yoğun bir şekilde dışa vurarak yaşamayan ve hayatını zindana çevirmeyen Finlay’nin içinde ne kadar büyük bir yük taşıdığını, acısını ne kadar derine gömdüğünü karakterin hayatı üzerine aldığı radikal karardan rahatlıkla anlayabiliyoruz. Savaşın bir şekilde temas ettiği her yüreğe bir dinamit bıraktığının, patlama zamanının ise belli olmadığı tekinsiz bir gelecek armağan ettiğini güçlü bir şekilde duyumsayabiliyoruz.
Yönetmenin hikâyeyi sinemalaştırmasındaki özensizliğinin belki de en ciddi kanıtı finale doğru olan hesaplaşma süreci. Tarafların iyi-kötü, beyaz-öteki diye sınıflandırıldığı, beyaz adamın tam da kendisinden beklendiği üzere medeniyeti temsil eden nezaketinin karşısına suçu işleyen ötekinin yenilmişliğini, pişmanlığını koyması sanki terazinin bir tarafına iltimas geçildiğini hissettiriyor. Tiyatro mizansenini andıran sahnelemelerin olayın gücünü kavramaktan uzak basitliği, çatışma unsurunun güçlendirilmesinin en gerekli olduğu yerde tarafların birbirine oldukça kibarca davrandığı, güçlü avcı-zayıf kurban çatışmasızlığı finalin vurucu olması gerekirken gitgide inandırıcılıktan uzaklaşmasına sebep oluyor. Hesaplaşmanın içeriksel boyutsuzluğu yanında tarafını iyiden iyiye belli eden tarafgirliğiyle politik olarak da yanlış bir noktada konumlanıyor.
Belki de biz abartıyoruz! Yönetmen filmin orijinal adının işaret ettiği üzere bir adamın trenlere olan tutkusunun filmini yapmayı hedeflemiş, hesaplaşmayı da yan unsur olarak ele almıştır. Kim bilir?