Bir hafta bitiyor diğeri başlıyor. Söz Kısa Filmcilerde röportaj serisi de hız kesmeden yönetmenleri ağırlamaya devam ediyor. Ocak ayının son röportajında ilk kısa metraj filmini çeken bir yönetmeni ağırlayacağım. Serinin bu haftasında üzerine konuşacağımız kısa film, bir baba-oğul ilişkisi üzerinden insanlar arasındaki iletişimsizliğin, yabancılığın ve bağımlılık ilişkisinin mikro düzeyde bir izdüşümünü ortaya koymaya çalışan Yağmur, Şnorkel ve Taze Fasulye olacak.
Bu haftanın röportajında daha yakından tanıyacağımız isim,8. BoğaziçiFilm Festivali’nin Ulusal KısaKurmaca Film Yarışması’nda yer alan Yağmur, Şnorkel ve Taze Fasulye filminin yönetmen ve senaristi Yavuz Akyıldız olacak.
Herkese keyifli ve ilham veren okumalar.
Film hakkında konuşmadan önce ilk olarak sizi tanıyalım. Kimdir Yavuz Akyıldız?
Ben Trabzon’da doğdum ve çocukluk yıllarım Trabzon’un çeşitli ilçelerinde geçti. Daha sonra ailem İstanbul’a taşındı. İlk, orta, lise ve üniversiteyi İstanbul’da okudum. İstanbul Üniversitesi İktisat Fakültesi Ekonometri bölümünde lisans eğitimimi tamamladım ancak lisans eğitimim boyunca İstanbul Üniversitesi’nin tiyatro kulübü olan Ö.K.M Sahnesi’nde tiyatro ve sanatla uğraştım diyebilirim. Tiyatro ve onunla beraber beni sarmalayan yaşantıyı o kadar çok sevdim ki zaten iktisat eğitiminin son yıllarında, iktisatla ilgili bir şeyler yapmayacağıma içten içe karar vermiştim diyebilirim. Sinema ise çok eskiden beri sevdiğim bir şeydi. Mahalleden Fatih diye bir arkadaşımla birlikte büyük bir DVD film arşivi oluşturmuştuk. Sürekli film izleyip onlar üzerine konuşuyorduk. Tiyatro kulübünde de insanlar genellikle istedikleri filmleri bana söylüyorlar ben de onlara filmi getiriyordum. Daha sonra da hayatıma sinema üzerinden devam ettim, yüksek lisansı ve doktorayı sinema bölümünde yaptım. Şu anda da Niğde Ömer Halisdemir Üniversitesi’nde Sinema Anabilim Dalı’nda, Doktor Öğretim Üyesi olarak çalışmaktayım. Aynı zamanda da pratik olarak film yapma uğraşı içerisindeyim. Yağmur, Şnorkel ve Taze Fasulye ilk kısa filmim.
Filmin yazım, hazırlık, çekim ve post prodüksiyon süreci ne kadar sürede tamamlandı?
Filmi, Emre Yalçın ile (kendisi şu an Kafkas Üniversitesi Tiyatro Bölümü Başkanlığı’nı yürütmektedir) 2015 yılında birlikte gittiğimiz bir tatilde yazdık. Emre’nin kafasında baba ve oğul ilişkisi üzerine daha önce olan bir ilişkilenme biçimi vardı. Bu yapı üzerinden o babayı ben de oğlu doğaçlama oynayarak metni oluşturduk. Daha sonra da yaptığımız doğaçlamaları yazıya geçirdik. Bizim oluşturduğumuz ilk metin yaklaşık 27 sayfaydı. Daha sonra ben bu temel metin üzerine çalıştım ve metni 17 sayfaya kadar düşürdüm. Bu süreçte de filmin yönetmen yardımcısı olan samimi arkadaşım Erman Bostan’ın çok önemli katkıları oldu. Filmin başındaki ve sonundaki prolog kısımlarını yapısal bir bütünlük oluşturmak adına daha sonra ben ekledim.
“Zihnimizdeki süreci ekrana aktarabildiğimizi düşünüyorum”
Filmin çekimleri Ağustos 2018’de gerçekleşti ama bu sürecin uzamasındaki temel neden özellikle benim hayatımda çok ciddi değişimlerin olması ve maddi olarak filmin altından kalkacak bir durumun söz konusu olmamasıydı. Başka bir ifadeyle üç sene oturup sıkı sıkıya metin çalışmadım. Bu süre içerisinde metin üzerine yoğunluklu olarak iki ay çalıştım denilebilir. Fakat zihnimde sürekli dönen bir projeydi. Çekimlere gelene kadar, Erman Bostan ile birlikte zihnimizde filmi izler hale gelmiştik. Büyük oranda da zihnimizdeki süreci ekrana aktarabildiğimizi düşünüyorum. Bu noktada görüntü yönetmeni Dilşat Canan’a da teşekkür etmek isterim. Ne istediğimizi başından beri çok iyi anladı ve kendi çekmek istediği görüntüleri dayatmaktansa sürekli olarak bizim ne istediğimiz üzerine kafa yordu.
Oyuncularımız Şerif Erol ve Onurberk Arslanoğlu’nun filme olan katkısı çok ama çok büyük. Benim kafamdaki oyunculuğun çok üzerinde performanslar sergilediler. Ayrıca fotoğraf anlamında da benim çok beğendiğim bir baba-oğul imgesi oluşturdular. Şerif hoca ve Onur’un filme entelektüel katkıları da çok fazlaydı.Tiyatro kökenli oyuncular oldukları için karakterleri felsefi anlamda da iyi yorumladıklarını düşünüyorum. Filmin çekim sürecinin sonrasında ben direkt post prodüksiyona giremedim çünkü o sırada doktora tezimi bitirmem gerekiyordu. Bu nedenle post prodüksiyon süreci çekimler bittikten tam bir yıl sonra başlayabildi.Sürecin tamamlanması ise 2020 yılının başını buldu.
Filmin hikayesinin çıkış noktası yaşadığınız bir olaya mı dayalı yoksa tamamen kurgusal mı?
Film bir gidememe, yapamama, edememe hikayesi ancak bu hikaye sürekli gitme, etme ve yapma üzerine konuşan insanlar arasında geçiyor. Ben ve Emre tiyatro kulübünden arkadaş ve üniversite sonrası da tiyatro yapmak isteyen insanlardık. Ben ayrıca sinema yapmayı da istiyordum. Üniversitede tiyatro kulübündeyken her sene bir oyun çıkartma zorunluluğu olduğu için bir şekilde fiilen tiyatro yapıyorduk ancak mezun olduktan sonra tiyatro grubuna karşı bir sorumluluğumuz olmadığı için daha serbest ve kendi istediğimiz işleri yapmak istedik. Fakat belirli bir gruba karşı, bir zorunluluğun olmayınca insanın “Ben bunu yaptım” diye ortaya çıkması çok zorlaşıyor çünkü grupla birlikte yaptığın çok iyi olmasa bile bahanelerin olabilir ve tüm grupla birlikte eleştirilere, karşı eleştiri hemen geliştirebiliyorsun. Ancak bir film yapmak gibi yönetmenliğin, bireysel durumun daha önde olduğu işlerden insan kaçmak istiyor, kendi sanatsal yetisiyle yüzleşmek istemiyor. Bu kaçış sırasında da çeşitli bahaneler üretiyor, çoğunlukla bu bahaneler birbiriyle alakası olmayan bahaneler oluyor. Bizim yaşamımız açısından filmi yazmamızdaki temel motivasyon bu noktaydı ancak bu nokta insanların geneli için ortak bir yerde durmuyorsa bence onun filminin çekilmesine çok da gerek yok.
“İnsanlar konfor alanlarından çıkmak istemiyorlar”
Sadece bizim özelimizde yaşadığımız bir sorunun diğer insanları ilgilendirdiğini/ilgilendirmesi gerektiğini düşünmüyorum. Bu nedenle de bu hikâyeyi sanat yapmak isteyen iki kişi üzerinden değil, bir baba-oğul ilişkisi üzerinden de anlatabileceğimizi düşündük. Zira bir şeyden hem söylenme hem de ondan vazgeçememe veya onu gerçekleştirememe hayatın neredeyse her noktasında var. İnsanlar konfor alanlarından çıkmak istemiyorlar ama bir şekilde onun içinde de çok mutlu değiller. Tabi ki hikâyenin bir baba-oğul arasında geçmesi özellikle aile kavramıyla ilgili bazı temel noktaları etkiledi ama sorunuza cevap olarak şunu söyleyebilirim ki Yağmur, Şnorkel ve Taze Fasulye filmi yazarlar ve yönetmen olarak bizzat bizim de yaşadığımız bir hissin farklı bir düzlemde yeniden kurgulanması, soyutlamasıdır.
Uzun metraj filmlerde dahi tek mekan kullanımı riskli bir durumken siz belirli bir sürede anlatmak istediğinizi en etkili şekilde sunmak zorunda olduğunuz kısa filmde bunu tercih etmişsiniz. Bu durum sizi senaryo yazımı ve filmin çekim sürecinde zorladığı noktalar oldu mu?
Galiba kısa film şöyle olmalı veya uzun film böyle olmalı gibi bir düşünce hiç düşündüğüm bir şey olmadı. İzleyiciyi etkilemeliyim veya izleyici bundan etkilenir gibi benim dışımda oluşabilecek durumları hiç düşünmüyorum diyebilirim. Kendimin izlemekten hoşlanacağı filmler yapmaktan başka güveneceğim bir dal olduğunu düşünmüyorum. Tabii ki eleştiriler, görüşler benim için çok önemli ama bir filmi gözümde canlandırırken “Ben bunu izlemek istiyor muyum” diye aklımdan geçiriyorum sanırım. Bu nedenle tek mekân kullanımı yazım sürecinde üzerine düşündüğümüz bir şey değildi, hikayenin nereye gittiği, hikayenin yazarlardan/yönetmenden ne istediği önemliydi. Ayrıca filmin evin içerisinde geçmesi yazım sürecinde estetik anlamda da hep hoşuma gitti. Ancak özellikle Erman’la birlikte sahneleri planladığımız zamanlarda kamera estetiği üzerine oldukça fazla düşündük diyebilirim.
“Bir filmin tek mekânda geçiyor olması izleme motivasyonumu artırır”
Dar bir alanda belirli bir tempo yakalamak, sadece açı-karşı açı ve bazı genel planlardan filmi kurtarıp, plan sekansları da işin içine dahil edebilmek, zevkli ama meşakkatli bir süreçti diyebilirim. Fakat genellikle tek mekânda geçen ve az karakterin olduğu filmleri ben diğer filmlerden daha çok severim diyebilirim. Richard Linklater’in Before serisi, Roy Andersson’ın birçok plan sekansı, Luis Buñuel’in El ángelexterminador filmi, Jean-LucGodard’ın filmleri, Jim Jarmush’un az karakterli anlatımı, Éric Rohmer’in karakter ve diyalog odaklı filmleri, 12 Angry Men gibi Amerikan Sineması’nda tek mekanda geçen birçok filmi çok severim ve bu anlamda defalarca dönüp dönüp baktığım filmlerdir. Bir filmin tek mekânda geçiyor olması benim o filmi izleme motivasyonumu genellikle artırırçünkü sanki sinemada mekân azaldıkça karakterleri daha yakından tanıma imkânımız oluyor.
Filmin başı ve sonuna baktığımızda sinematografik anlamda belirli farklar var. Bu durum bilinçli bir tercih miydi anlatımı daha etkili şekilde sunmak adına?
Filmin başlangıcı ve sonu benim tiyatroda çok sevdiğim bir yapıdan miras kalmış gibi bana. Özellikle Bertolt Brecht’in oyunlarında, ana oyundan bağımsız olarak ve ana oyuna göre çok kısa olan bir giriş proloğu izleriz ve izleyici daha sonra bu proloğun bilgisiyle büyük oyunu izler. Bu yapı bazı Antik Yunan oyunlarında da kullanılır. Ana oyun bittiğinde ise prolog bölümüyle birlikte tüm çember üzerine düşünmemize neden olan oyundan bağımsız bir son deyiş (bölüm) bulunur. Ben bu yapının formlarıyla biraz oynayarak kullanmak istedim diyebilirim.
Başlangıçta ana filmden bağımsız bir özgürlük imgesinin olmasının, daha sonra filmi izlerken izleyicide bazı lekeler oluşturabileceğini düşündüm ki, bazı söyleşilerde ben sormadan bu yönde görüş bildiren kişiler oldu. Gidememe ve özgürlük kavramı bir arada düşünüldüğünde düşünsel alanın daha genişleyeceğini varsaydım. Filmin sonundaki görüntü ise, gitmek, gidememek ve özgürlük gibi durumların/kavramların son derece birbiri içine dolanmış, kaotik yapılar olduğu fikri üzerine kurulu. Film boyunca oğul karakterinin yaşadığı zorluğu görmemize rağmen, birçok kişi (orta ve orta üst yaş) filmin sonunda baba ve oğlun son sahnesinden mutlu oldu. Özellikle gençler ise oğlun gidememesinden mutsuz oldu. Boğaziçi Film Festivali’ndekigösterimden sonra, sinema salonunda genç bir kadın “Gidemedi ya” diye sesli düşündü. Ben özellikle genç insanların, çocuğun gitmesiyle bir katharsis (sağaltım) yaşamasını istemedim. Çünkü insanların büyük bir çoğunluğu farklı farklı durumlardan çıkamıyorlar, bundan çıkan bir kahramanı değil de bunun içinde debelenen kişiyi görmelerini istedim diyebilirim.
Filmdeki diyaloglar seyirciyi hikâyenin içinde tutmak adına son derece önemli bir görev görüyor. Senaryonun yazım süreci bu durumu da düşündüğümüzde zorlu oldu mu?
Filmdeki diyalogların büyük çoğunluğu Emre ve benim doğaçlamalarımız olduğu için, senaryo aşamasında bu bir sorun olmadı. Daha önce de söylediğim gibi az mekânda geçen diyalog ağırlıklı filmleri çok seviyorum, hatta sanırım diyalog filmleri en sevdiğim film türü.
Filmin isminde “yağmur”, “şnorkel” ve “taze fasulye” gibi birbirinden tamamen farklı olan bu kelimeleri kullanmak bilinçli bir tercih miydi? Filmin ismini neye göre seçtiniz?
Filmin senaryo aşamasında Peripeti, filmin ismi olarak aklımızda vardı. Peripeti, Antik Yunan tragedyasında baht dönüşü, oyun kahramanının hayatındaki beklenmedik değişme anlamına gelen bir terim. Biz Emre’yle ilk başta ironik bir isim koymak istedik ve bir türlü hayatının yönüne kendisi karar veremeyen insanın/insanların hayatının bir peripeti/baht dönüşü yapamamasına gönderme yapmıştık ancak film ismi süreç içerisinde içimize sinmedi.Çekim sürecinde Şerif hocaya (Şerif Erol) konuyu açtığımda, o filmin kritik noktalarında yağmur, şnorkel ve taze fasulye’nin olduğunu söyledi ve filmin ismini koymuş oldu. Bu anlamda Şerif Erol’a çok teşekkür ederim, filmimizin ismini o koydu.
Film, bir baba-oğul ilişkisi üzerinden, yaşamın hala belkemiğini oluşturan çekirdek ailenin bütünlüğüne dair farklı bir bakış açısını bizlere sunuyor. Sizin için aile içi ilişkiler neyi ifade ediyor?
Aile kavramı Türkiye açısından çok önemli bir kavram. Hem aidiyet hissettiğimiz ve çoğu zaman bizi dünyadaki yabancılık, tek başınalık hissinden sadece varlığıyla kurtaran bir yapı. Özellikle Türkçe’de “Ağlarsa anam ağlar…” gibi birçok atasözü bulunmaktadır ki dildeki bu miras, bizim kültürümüz açısından ailenin ne kadar önemli olduğunu gösteren durumlardan biridir. Özellikle Batı kültürü, çekirdek aileye hatta bireyselleşmeye çoktan geçmiş durumdadır ancak Türkiye’de çekirdek aile kavramı bile ancak yirmi yıllık bir geçmişe sahiptir denilebilir. Özellikle 30-40 yıl öncesine kadar geniş aile, yaşamın büyük bir bölümünü oluşturmaktaydı. Daha önce de belirttiğim gibi aile kavramı bireye bir anlamıyla güven duygusu ve konforlu alan yaratırken diğer yandan da onu kısıtlıyor, standartlaştırıyor ve yeni gelen herkesin eskiler gibi (yani kendisi gibi) olmasını talep ediyor. Bu olumlu ve olumsuz iki duygu da ister istemez bireylerde çatlaklar oluşturuyor.
“İnsanın bir tarafı geleneksel olandan kurtulmak isterken diğer tarafı da orada güven buluyor”
Filmde de görülebileceği gibi insanın bir tarafı geleneksel olandan kurtulmak isterken diğer tarafı da orada güven buluyor. Bu anlamda ben herhangi bir net doğrunun olduğunu düşünmüyorum.Örneğin “Herkes gitmeli” veya “Kimse gitmemeli” demiyorum ama oluşan çatlakları görmezden gelmeye çalışmanın da zararlı olduğunu düşünüyorum. Genel olarak ya hep ya hiç mantığı üzerinden baktığımızı ve her konuda bunu daha orantılı bir bakışa çevirmemiz gerektiğini düşünüyorum. Ayrıca ilişkilenme biçimlerimizin temelleri üzerine düşünmediğimiz zaman da sorunları çözmek kolay olmuyor. Kendi ailesinden çıkan insan, sevgili ilişkisinde veya dostluk ilişkisinde de aynı saplantılı bağımlılıkları geliştirebiliyor. İlişkilerde çok duyduğumuz, çok ünlü bir söz vardır bilirsiniz “Bu tür kadınlar veya erkeler hep beni buluyor”. Muhtemelen onu bulan diğerleri değil.
Film, ilk kısa metrajınız olma özelliğini taşıyor. İlk kısa filminizi yazarken ve çekerken zorlandığınız veya “Şu noktada benim için çok önemli bir tecrübe oldu” dediğiniz bir durumla karşılaştınız mı?
Filmi çekmeye karar vermek ve çekmenin her aşaması beni çok zorladı çünkü tıpkı filmdeki karakterler gibi benim için de bir şey hakkında sürekli söylenmek ve onu yapmaktan kaçınmak söz konusuydu. Sinema yapmak istemek ve bunun üzerine sürekli konuşmak, sinema yapmaktan hem daha kolay hem de daha konforluydu. Yapmadığın sürece, film yapanları istediğin gibi eleştirebiliyorsun ve “Ben yapsam aslında çok iyi yaparım” gibi sinik bir aldanmanın içine girebiliyorsun. Bu anlamda filmin içeriği ile benim ilk filmim olması paralellik taşıyor denilebilir. Bunun dışında tabii ki maddi bir zorluk vardı.Özellikle eşim ve annem maddi olarak büyük katkılarda bulunduğu için filmi çekebildim. Onlar dışında finansal bir destek yoktu ancak çekim süreci ve sonrası çok zevkliydi, içime sinen bir film oldu. Gerçekten günün sonunda film çekmekten zevk almayan bir insanın yapmaması gereken bir iş bence. “Çok zorlanarak çektim” gibi cümleleri sevmiyorum.Bence zorluğu dahil zevkli, müthiş bir süreç. Ben her sene bir kısa film çekmek isterim açıkçası. Kurgusu, müziği, yapının bir heykel gibi yavaş yavaş ortaya çıkması insanı çok güzel hissettiriyor.
Dünya sinemasına baktığımızda kısa filmlere uzun metraj filmler kadar değer verildiğini görüyoruz. Nitekim Safdie Kardeşler, Luca Guadagnino, YorgosLanthimos, David Lynch ve PedroAlmodóvar gibi usta isimler kısa filmler de üretiyorlar. Bizim sinemamızda ise kısa filmlere daha çok uzun metraj çekmeden önce bir sıçrama tahtası olarak bakılıyor fakat son yıllarda bu durum değişmekte. Sizin bu konudaki düşünceleriniz neler?
Çok güzel bir soru, teşekkür ederim. Bu konuyla ilgili çok uzun konuşabilirim gerçekten ama olabildiğince kısa tutmaya çalışacağım. Sizin de söylediğiniz gibi dünyada kısa metraj filme olan ilgi oldukça artmış durumda ve bu durumun Türkiye’deki kısa metraj filmlere de yansıdığı görülüyor. Bu sene hem bazı festivallere filmimle katılabildiğim hem de birçok festival online olduğu için festivalleri takip etme şansımız oldu ve hem uzun hem de kısa metraj yarışması olan festivallerde, bence kısa metraj seçkileri birçok anlamda uzun metraj seçkilerden çok daha iyiydi.
“Önümüzdeki yıllarda kısa metraj film, uzun metrajdan daha popüler hale gelecek”
Dünya genelinde de birçok önemli yönetmen uzun metraj çekebilecek güce sahipken kısa metraj film çekiyor. Sizin saydığınız isimler uzun metraj ile ünlenen yönetmenler ama sadece kısa film çeken, filmleri Cannes Film Festivali gibi seçkilere girdiği halde sürekli kısa metraj film çeken, otuzun üzerinde kısa film çeken, birçok yönetmen var ki bence önümüzdeki yıllarda kısa metraj film, uzun metrajdan daha popüler hale gelecek. Ancak bu noktada bence üzerinde durulması gereken nokta “anlatı” kavramının kendisi. Sizin de bahsettiğiniz gibi kısa metraj filmler özellikle ülkemizde uzun metraja geçiş yapmanın ön hazırlığı olarak görülüyoryani bir çeşit maça çıkmadan önce yapılan idman. Ama edebiyatta kısa hikâye yazmak, roman yazmanın ön hazırlığı olarak görülmüyor çünkü bunlar iki farklı edebi tür ve birbirlerine herhangi bir üstünlükleri olamaz. Ayrıca ülkemizde Nuri Bilge Ceylan nedeniyle popüler bir yazar olan Anton Çehov’un eserlerinin çoğu altı sayfayı geçmeyen metinler ki Çehov bir öykünün başarısını onu olabildiğince kısa anlatmada arayan bir yazardı. Çehov gibi JorgeLuisBorgesde “On beş sayfada anlatabileceğim bir şeyi neden altı yüz sayfada anlatayım” diyerek bir öykünün hacmiyle anlatı derinliği arasında doğrusal bir orantı olmadığını vurguluyor.
Edebiyat alanında bu örneklere Hauki şiiri, Orhan Veli’nin şiirleri gibi sayısız örnek verilebilir. Benzer şekilde Cannes Film Festivali’nde Altın Palmiye’yi üç sene arayla iki kere alan Michael Haneke “İyi bir kısa metraj film yapmak, uzun metraj film yapmaktan çok daha zordur” demiştir. Bu durumlar bir arada düşünüldüğünde uzun metraj ve kısa metraj arasında yapılan ayrımın içerikle ilgili olmadığı görülebilir. Evet uzun metraj film yapmanın popülaritesi daha fazla ama bu durum “filmin veya anlatının” içeriği ile ilgili bir durum değil. Zira önümüzdeki yıllarda kısa metrajın popülaritesi artarsa ve birçok kişi yüksek bütçeli kısa metraj filmler çekmeye başlarsa da aynı şey söz konusu olur.
“Uzun metrajda verilen çeşitli ödüllerin kısa metraja da verilmesi gerekir”
Bence bir anlatının (filmin) süresini, anlatıyı meydana getiren yapılar belirlemeli, dışsal olarak filmlere dayatılan sınırlar, süreler değil. Kısa metrajda festival algısına değinecek olursak, uzun metrajda verilen kurgu, görüntü yönetimi, yönetmen vb. ödüllerinin kısa metraja da verilmesi gerekir hatta orta metraj için de bir yarışma alanı bulunması gerekir diye düşünüyorum. Son yıllarda bazı kısa film festivalleri bu yönde kategoriler düzenliyorlar ancak köklü festivallerin de bu yönde adım atması, metrajlar arasındaki hiyerarşinin ortadan kalkması açısından önemli bence. Zira genel seyirci bağlamında bu ayrım ortadan kalkmış durumda.Yurtdışındaki büyük festivallerden ödülle dönen uzun metraj filmler dahi 30.000 kişiye ancak ulaşırken, festivallerde yarışmış ve sonradan vizyona giren birçok uzun metraj film 5000 seyirciye dahi zor ulaşmaktadır. Günümüzde birçok kısa film Vimeo gibi platformlarda bu rakamların çok üzerine hatta 400.000-500.000 gibi rakamlara ulaşabilmektedir.
İlerleyen süreç için üzerinde çalıştığınız başka kısa film projeleri mevcut mu?
Yeni birkaç proje üzerinde çalışıyoruz. Bunlardan bir tanesi çekim aşamasına gelmiş durumda. Yağmur, Şnorkel ve Taze Fasulye filmini beraber yazdığımız Emre Yalçın B. ile U. adında güzel bir senaryo yazdı. Bu projeyi önümüzdeki yaz çekmeyi planlıyoruz. “B. ile U.” ilk senaryodaki baba oğul üzerinden işlenen bağımlılık ilişkisini, iki yakın arkadaş üzerinden kuran bir film. Bu nedenle de ilk filmden farklı toplumsal ve bireysel katmanlar söz konusu. Bu filmde biraz daha bugün Kadıköy ve Beşiktaş’ta görebileceğimiz 30-40 yaş arasındaki insanların yaşamlarına odaklanıyoruz. Bu filmin dışında iki tane mockumentary (sahte belgesel), bir tane de kurmaca-deneysel arasında gidip gelen bir yol hikayesi projem var, ancak hepsi oluşum aşamasında.